Yazı dilimizin göstermeye başladığı anarşi içinde, tam zamanında imdada yetişen Kurultay fikrini büyük bir hürmet ile selamlamayı lüzumlu bir borç telâkki ederim. Dilimize dair düşündüklerimi bütün samimiyeti ve katiyeti ile açıkça arz edeceğim. Çünkü başka türlü hareket Kurultayın toplanmasına saik olan yüksek ve geniş düşüncelere karşı bir hürmetsizlik teşkil edeceği kanaatindeyim. Yalnız, zamanınızın kıymetli ve ölçülü olduğunu unutmayarak, uzun izahlardan kaçmak, esaslı noktalara işaret ile iktifa etmek mecburiyetindeyim.
1 — Dilimizin menşelerini, muhtelif lehçelerini, Hindu-Avrupai dillerle münasebetlerini araştırmak bir “ilim meselesi”dir. Bunda dakika kaybetmek memleketin ilmi haysiyeti namına esef edilecek bir ihmal teşkil eder. “İlim meselesi” demek ne olduğunu hepimiz bildiğimiz için fazla bir şey söylemeye lüzum yoktur. Burada, yalnız bir korku olduğunu saklayamayacağım. Bu korkuyu da bende gazetelerde gördüğüm bazı yazılar vücuda getirmiştir. Bu yazılar okunurken, kelimeler arasında zahirî benzeyişlere büyük ve kati bir ehemmiyet verilmektedir hissi hasıl oluyor. Kelimeler bir dilden diğer dillere geçerken esasları sabit kanunlara göre değişir. O derecede ki zahirde birbirlerine zerre kadar benzemeyen sözler ayni kökten çıkmış olabilirler. Ayrı dillerde hemen hemen birbirinin ayni gözüken bazı kelimeler arasında da hiç münasebet bulunmaması pek kabildir. İlme hürmet hissi bizi aldatıcı benzeyişlere, fikir oyunları kabilinden sayılabilecek bazı buluşlara karşı gayet uyanık tutmalıdır.
Dün burada vukua gelen küçük bir hadiseyi hatırlıyorum. Bu satırlar daha Kurultay toplanmadan ve hangi zatın hangi meseleye dair söz söyleyeceği bilinmeden yazılmış ve Umumi Katipliğe takdim edilmişti. Binaenaleyh sözlerimde benden evvel burada söz söylemiş olan muhterem hatiplerden hiçbirinin ne şahsına ve ne de sözlerine hiçbir ima yoktur. Bir yanlışlığa mahal kalmamasını sureti mahsusada rica ederim.
Dilimiz hakkındaki bu tetkik vazifesini hususi ve salahiyet sahibi bir heyete havale etmek en uygun yoldur.
Bu ilmî tetkiklerden amelî neticeler çıkması için pek uzun zaman ister. Hatta, bu yoldaki tetkiklerin sırf ilim hudutlarını aşarak tatbikat sahasına geçmeleri ihtimali az çok münakaşa mevzuu bile teşkil edebilir. Onun için lisancılarımızı ilmî çalışmalarında rahat bırakarak biz bugünkü hayat sahasına gelelim.
2 — Her günkü dil vaziyetimize dair bir mütalaa arz etmeden evvel, dilin mahiyeti hakkında açık bir kanaat edinmeye ihtiyaç vardır.
Dil düşündüklerimizi, isteklerimizi karşımızdakilere anlatmak için kendi yaptığımız sunî bir alet midir, yoksa bizim idaremizden müstakil, tabii bir müessese midir?
Dil içtimai bir müessesedir, tabii bir uzviyettir. Zannederim ki bu noktada hep ittifak edeceğiz. O halde dil meselelerini tetkik ederken bu prensibi bir ân bile gözden uzak bırakmamak iktiza eder.
Türk medeniyetinin inkâr kabul etmeyen eskiliği, genişliği düşünülünce Türk dilinin de yüksek bir medeniyetin fikrî, bediî, hissî, ilmî ve teknik ihtiyaçlarını tatmine kâfi gelebileceği daha hiç tetkike girişilmeden teslim olunur.
Fakat biz bugün bir dil meselesi karşısında bulunuyoruz: bir taraftan dilimizi temizlemek, diğer taraftan dilimizi bugünkü medeniyet ihtiyaçlarına uydurmak.
A. Dilimizi temizlemek nedir? Daha yirmi beş sene evveline gelinceye kadar, mekteplerimizde okuttuğumuz sarflar Arapça ve Acemce ile Türkçeden mahlut bir Osmanlıcadan bahsederlerdi. Bugün Türk dili bu telâkkiden kurtulmuştur. Artık Türkçe müstakil, büyük bir dildir. Bu müktesep bir vakıadır.
Ecnebi dillerin Türkçe üzerindeki tesiri iki sahada vukua gelmiştir: kaideler ve kelimeler.
Bence, asıl temizleme ameliyesi dilimizi ecnebi kaidelerine tebaiyetten kurtarmak gayesine sarf olunacak gayrettir. Müstakil bir vatanda ecnebi kanunlar ne kadar haysiyete dokunucu bir esaret ise müstakil bir lisanda da ecnebi kaideler aynı derecede tahammül edilemez bir lekedir. (Alkışlar)
Fakat, ben dilimizin bugünkü haline bakınca, bu noktada büyük bir zorluk karşısında bulunmayacağımızı görüyorum. Vazife nihayete ermeye yaklaşmıştır. Arapça ve Acemce 25 senedir sökülüp götürülüyor.
Son yirmi beş sene içinde gittikçe kuvvet bulan sade lisan cereyanı bugün Arapça ve Acemce terkipleri dilimizden söküp götürmüştür denilebilir. Yakın bir zamanda, ecnebi dillere ait kaidelerin tamamen maziye karışacağında şüphe edilemez. Bunun için bir şey yapmaya da lüzum yoktur. Çünkü zaten kendiliğinden olmaktadır, ve olacaktır. Cereyan o kadar kuvvetli ve tabiidir ki koca bir akademi olsa ve aksini temin için uğraşsa bile muvaffak olamaz. “Sevkitabii,” “aksülamel” gibi bazı ıstılahlar artık birer terkip değildirler. Bunlar, yerlerine daha sade ve ruha daha sokulgan Türkçe tabirler kaim oluncaya kadar yaşayacak tek birer kelimedirler. Türk alfabesinin bu noktada yapabileceği hizmet pek büyüktür. Eski yabancı yazı ile kalsa idik bu birleştirme ameliyesi yapılamazdı. Bugünkü yazımız bize bu sahada da hürriyet ve muvaffakiyet temin ediyor.
Yabancı kelimelere gelince, işte şimdi en çok dedikodu uyandıran noktaya temas etmiş oluyoruz. Burada ifratlar ve tefritlerle karşılaşıyoruz. Bir tarafta Türk kökünden gelmemiş bütün kelimeleri dilimizden söküp atmak ister gibi bir cereyan var ki ortaya koyduğu yazı numuneleri kimini ürkütüyor, kimini istihzaya sevk ediyor. Bu ifrata mukabil öte tarafta da bir korku görüyoruz ki lisana yeni bir Türkçe kelime girince sanki bir felâket vukua gelmiş gibi lisan mahvoluyor diye derunî bir feryat koparıyor. Bu çarpışma karşısında, niçin böyle oluyor diye teessüf etmekten ziyade memnuniyet duymak icap eder fikrindeyim. Hayat sabası amel ve aksülâmel sahasıdır. Dil müfrit ve gayritabii hamlelerle ilerlemek isteyenlerin keyfine tabi olsaydı lisanlıktan çıkardı. Her yeniliği bir felaket sayan muhafazakârların arzusuna tâbi bir halde uyuşuk kalsaydı inhitata uğrardı. Dilde bu iki zıt kuvvetin bir muhassalası peyda oluyor. Bu muhassala, dildeki tekâmülün kuvvet ve istikametini gösteriyor. Türkçe de bu istikamete göre sadeliğe doğru hızlı adımlarla ilerliyor. Bizi sükun ve atalet içinde uykuya dalmaktan kurtarmak için müfritlerin kamçılarına muhtacız. Yolumuzu şaşırtacak ifratlara karşı da muhafazakârların mukavemetleri kıymetli bir silahtır.
İtiraf ederim ki dilimize karışmış yabancı kelimelerden dolayı edilen şikayetleri biraz mübalağalı buluyorum. Bir lisanın şahsiyeti sarfında ve nahvindedir. Yabancı dillerden alınan kelimeler bu şahsiyeti bozamaz. Ecnebi kavimlerle münasebette bulunup da onlardan kelime almamak imkan haricindedir. Bir dile yabancı kelimeler filan veya filan şahsın arzusu ile suni olarak doldurulamaz. Onlar tarihî bir zaruret ve icabın neticesinde, bir tekâmül ameliyesi olarak dile girerler. Dünyada, her sahada olduğu gibi, dilde de bir şey olmuşsa onun öyle olması zarurî idi de onun için olmuş demektir.
Bir muharrir kelime hususunda istediği garabeti göstersin; kimse kendisine iştirak etmedikten sonra dil üzerinde o şahsi teşebbüsün ne tesiri olur? Bugünkü Türkçede pek alışkın bulunduğumuz, pek benimsediğimiz bazı Arapça ve Acemce kelimeleri atarak yerine hiç menus olmadığımız eski Türkçe kelimeler getirmek suretiyle yazı yazma tecrübeleri yürüyebildi mi? Diğer taraftan, mesela “Edebiyatı Cedide” lisanı payidar kalabildi mi? Ve bir daha geri gelmesinin ihtimali var mıdır?
Yirmi, yirmi beş sene evvel kullandığımız birçok Arapça ve Acemce kelimelere bugün hiç ihtiyaç hissetmiyoruz. O kelimeler dilden ne bir akademi kararı ile çıkarıldılar, ne ceza kanununun mahsus bir maddesiyle… Lisanın tabii seyri bu neticeyi temin etti. Lisanın tabii seyri birbirine girişik pek çok amillerin neticesidir. Bu amiller arasında fikrimize uygun gelmeyenler olabilir. Fakat unutmayalım ki bunlar da, hürmete şayandırlar. Çünkü iyinin ve doğrunun mihenk taşı bizim kendi fikrimiz ve hissimiz değildir. İçtimaî bir müessese olan dil, tam demokrat bir vasıf ile, ekseriyetin zımnî kabul ve kararı dairesinde yoluna devam eder.
Yirmi beş seneden beri lisanda bu kadar büyük bir değişiklik vukua geldiği halde bunun amelesi olan bizler adeta işin farkına bile varmadık. Değişikliği anlamak başımızı arkaya çevirip bakmakla, mukayese yapmakla kabil oluyor. İçimizde, her şey tabii imiş, hiçbir şey olmamış gibi bir his var. Çünkü ortada tabiatı zorlamak suretiyle yapılmış bir iş yoktur. İşte istikbalin değişiklikleri için de unutulmayacak bir düstur!
Sade yazalım, mümkün olduğu kadar öz Türkçe kelimeler kullanalım. Fakat bu kelimeler kalemimizden kendi kendiliğinden aksın. Yazı yazarken sade kelimeler bulmak kaygısı fikirlerimizi ifadedeki tabii cereyanı sekteye uğratmasın. Yaptığımız sadelik mücadelesi gayrişuuri bir hale geçsin. İşte ancak o zaman kendimizin tabii sahada kalmış olduğumuza inanabiliriz. Eskilerin yaptıklarının zıddına olarak şimdi de bizim yazılarımızda sadelik uğrunda bir tekellüf ve tasannu kokusu sezilmektedir. Yazılarımız iptida başka türlü kaleme alınıp ta sonra zorla tashih görmüş müsveddeler hissini vermemelidir. Terviç edeceğimiz yenilikler için en salim miyar budur.
Bütün bunlarla beraber, hiçbir şey yapmayalım, ellerimizi kavuşturarak, kaza ve kaderin hükmünü bekleyerek dil işlerine alakadar olmayalım demek istemiyorum. Israr ettiğim nokta dil bahsinde her şeyin bizim irademize tâbi olmadığını, tabii kuvvetler karşısında beşerî mücadele için bir had bulunduğunu unutmamak lüzumudur. Yoksa, daimî olan tekamül ameliyesinin umumî seyrini kolaylaştıracak ve hızlandıracak surette bazı amiller vücuda getirebilmek imkanı teslim olunabilir.
Bu bahiste yapabileceğimiz şey, yapmamız icap eden şey bir kere Türkçenin muhtelif lehçelerinin mükemmel bir lügatini vücuda getirmek, kelime teşkili yolundaki kabiliyetlerini tespit etmek, hiç olmazsa bundan sonra ecnebi kelimelerin lüzumsuz yere dilimize girmelerine mümkün olduğu kadar meydan vermemektir. Tayyare icat edildiği zaman buna dilimizde isim bulmak için Arapçadaki “tayr” kökünden çıkmış bir kelime arayacağımıza bunu öz dilimizden çıkararak “uçku,” “uçkaç,” “uçuşkan” diye tespit etmiş olsaydık şüphesiz ki daha iyi olurdu. Fakat bugün en basit köylüler bile tayyareyi belledikten sonra kaldırıp da yerine bu türlü halis bir Türkçe kelime koymakta nafile zahmetten başka bir fayda mülâhaza etmem. Çünkü “tayr” Arapça olsa da “tayyare” muhakkak ki Türkçedir. Çünkü bizim icadımızdır, Türkün çocuğudur.
İşte gözden kaçırılmayacak bir nokta. Asırlardan beri kullandığımız yabancı kelimelerden çoğuna biz istediğimiz gibi tasarruf etmişizdir. Öyle bazı kelimeler yapmışızdır ki zahiren Arapça zannolunur, fakat bir Arap onun manasını anlamaz. Çünkü o kelime Türk hayatının, Türk kafasının mahsulüdür. Bunlar da bizim öz evladımızdır. Bugün milliyet sahasında, bir adama Türk demek için kendisinden ilk Türklere kadar çıkan bir şecere istemiyoruz. Uzun zamanlar bizim düşüncemizden, varlığımızın ifadesinden bir parça haline gelmiş bir kelimeyi dedesinin dedesi yabancı ırktan imiş diye şimdi feda etmekte ne hikmet tasavvur edilebilir?
Asıl eski Türkçe hakkındaki tetkikler, tamamen Türkçeleşmemiş, asırlarca içimizde kaldığı halde yabancılık ruhunu saklamış kelimelerin dilimizden çekilmelerini kolaylaştırabilir. Bugün kullandığımız yabancı nesilden kelimelerin yerini tutacak bir halis Türkçe söz gördüğümüz vakit tabii meylimiz bizi onu tercihe sevk ettiği ve bu tercih umumileştiği gün dilimiz hesabına bir muvaffakiyet daha kaydetmiş oluruz. Fakat bu zorla olmaz, kendiliğinden olur. Türkçe tetkikler bu tabii ameliyeye imkân hazırlamak suretiyledir ki faydalı ve lüzumludurlar.
Yabancı ırktan kelimelere karşı bizde bu fazla düşmanlık hissini uyandıran sebepler arasında bir tanesi yazı dilimizi konuşma dilimize yaklaştırmak ve yazdıklarımızı herkese değilse bile büyük bir ekseriyete anlatmak arzusudur.
Eski Divan Edebiyatı ve o edebiyatın bilhassa nesir kısmı bahse zemin teşkil ettiği zaman yazı dili ile konuşma dili arasındaki farktan korkmaya hak vardı. Fakat bugün bu korku pek mübalağa edilmektedir. Yazı dilimizle konuşma dilimiz birbirinden artık çok ayrı değildirler. Şunu bilmeliyiz ki yazı dili hiçbir yerde hiçbir zaman konuşma dilinin aym olmamıştır ve olamaz. Yazı dili konuşma diline nispetle daha muhafazakardır, daha “bir”dir. Konuşma dili sarf ve nahiv kaidelerine karşı biraz serkeştir, derbederdir, biraz ihtilalcidir ve “bir” değildir. Yazı dili konuşma dilinin arkası sıra koşar, fakat ona hiçbir zaman yetişemez, ve gariptir ki yetişmeyi de istemez.
Yüksek sanat ve edebiyat mutlaka bir kültür mahsulüdür, onu herkesin malı yapabilmek için sanat ve edebiyatı herkesin seviyesine indirmeye değil, kültürün dairesini herkesi içine alacak surette genişletmeye çalışmalıdır. Bugün ilk tahsilini görmüş, görmemiş kimseler Falih Rıfkı’yı, Ruşen Eşref’i, Yakup Kadri’yi, Ahmet Haşim’i anlamıyorlarsa kabahat kimin? Muharrirlerin değil, bütün hayatları dört beş yüz kelimenin dar ufku içinde kapalı geçen köylülerin ve bunlardan pek farklı olmayan tahsilsiz ve kültürsüz kimselerin de anlayacakları surette bir edebiyat, bir yazı lisanı yapmaya kalkmak hayal peşinde koşmaktan başka bir şey ifade etmez. Bugün Shakspere’i, Goethe’yi, Dante’yi tahsili az, kültürsüz bir İngilizin, bir Almanın, bir İtalyanın anlamasına imkan var mıdır?
Yalnız sanat ve edebiyat için değil, fikri her saha için de bu bir hakikattir. Küçük bir misal: “taksimi a'mal” tabirini yabancı kelimelerden terekküp ettiği için değiştirerek “iş bölümü” dedik. İşte halis iki Türk kelimesi. Fakat taksimi amali anlamayanlar iş bölümünden bir mana çıkarabilirler mi? Ve en az orta tahsilini bitirmemiş birinin bundan bir şey anlamasına imkân var mıdır? Memlekette orta tahsilini bitirmiş olanların yüze nispeti kaçtır? Şüphesiz ki her günkü hayatın tabii ve adi meşgalelerinden bir az ayrılan bir yazı bu tahsilsiz kütle için daima bir muamma halinde kalmaya mahkumdur. Onun için, yazılarımızın herkes tarafından anlaşılmasını istersek herkesi okuduğunu anlayacak bir seviyeye yükseltmekten başka çare yoktur. Yazılanları herkesin seviyesine indirmeye çalışmak ters yol tutmaktır. Kabahat yazıda değil, okuyanların bir şey bilmemelerindedir.
İşte bunları düşünürsek yazı dilimizin pek suni olduğu ve milli bir edebiyat vücuda getirmekten aciz bulunduğu yolundaki korkuları bir az fazla bulmakta tereddüt etmeyiz. Kendimizi hayalî bir kusur ve noksan tevehhümü ile nafile üzmeyelim. Temenni ettiğimiz gayeye hiçbir zaman erişilemez. Lisanın faaliyet halinde bulunan sadeleşme ameliyesi bu arzumuzun hakikate kalbi mümkün olan parçalarını bize temin edecektir.
B — Dilimizi bugünkü medeniyet ihtiyaçlarına uydurmak:
Son günlerde dilimizin ihtiyaçlarına dair çıkan yazılar arasında bir fikre tesadüf ettim ki bunun delalet ettiği derin bir yanlış düşünceye bilhassa işaret etmeyi bir vazife bilirim.
Bu yazılarda dilimizin nahvinden şikayet ediliyordu. Cümle tertibimiz hatalıdır, başka lisanlara uymuyor, kelimelerin cümle içinde ifa ettikleri vazife itibariyle yerleri değişmelidir, yanlış yazıyoruz, çünkü konuşmamız yanlıştır, deniliyordu.
Bu yoldaki şikayetler bir dilin hakikî mahiyetinden gaflet neticesidir. Bir lisanın nahvi o lisan ile konuşan kimselerin zihinlerinin faaliyet tarzından ibarettir. Bugün gözlerimizin rengini, kafalarımızın biçimini nasıl değiştiremezsek dilimizin nahvini de öyle değiştiremeyiz. Bütün fikrî ve ruhi varlığımız dilimizdedir, ve onun nahvindedir. Bu değiştiği gün benliğimiz, hüviyetimiz ortadan kalkmıştır, başka bir milletin ruhu bize temessül etmiştir. Bugün en medenî, en işlenmiş lisanlardan biri olan Fransızca bütün o hayret verici vuzuhu ve mükemmeliyetiyle beraber Almanca kadar felsefe ve mâbadettabia lisanı olamıyor. Almanca da bu meziyetleriyle beraber vuzuh ve zarafet hususunda Fransızcaya yetişemiyor. Onun için kendimizi yaratıldığımız gibi kabul edelim ve ancak tabii imkân hudutları dairesinde yapabileceğimiz ıslahatı düşünelim ki bir netice çıkarsa ancak bundan çıkar.
Dilimizin noksanları:
Bir kere, asri ilim ve fen sahasında dilimiz işlenmemiştir. Bu mefhumları tespit edecek, aramızda bir mübadele vasıtası olarak kullanılacak tabirler, ıstılahlar yoktur. Tercüme ettiğim felsefi ve ilmî eserlerin Türkçelerini bazan gözden geçirirken kendi yazımı anlamadığım olmuştur. Mana çıkarmak için bunların Fransızcalarına bakmaya mecbur oldum. Tercüme hatası mevcut olmamakla beraber Türkçede o bahislere alışkın olmamanın ifadeye verdiği çetrefillik neticesinde maksadın tebliğinde muvaffakiyetsizlik göstermiş olduğumu gördüm. On, on beş sene evvel felsefi ve ilmî bir eseri tercüme ederken çektiğim sıkıntıyı, alışkınlık neticesinde, bugün daha azalmış gibi hissediyorum. Fakat her muharrir kendisine göre bir ıstılah manzumesi yapıyor, muhtelif muharrirler aynı mefhumu muhtelif ıstılahlarla ifade ediyorlar.
Adeta ayrı dillerle konuşuyoruz. İşte bu bir anarşidir.
Istılahları kararlaştırmak vazifesini zamana bırakamayız. Bunu salahiyet sahibi bir heyetten beklemeliyiz.
Bu heyet hangi prensip dairesinde çalışmalı?
Bugün alışkın olduğumuz Türkçeden alışkın olduğumuz tarz ve şekilde ıstılah bulmak kabilse onları kabul etmeli. Bulamadıklarımızı da Avrupa'nın filan veya filan dilinden değil, Latin ve Yunan köklerinden kendi telaffuz ahengimize göre almalıdır. Istılahlar kararlaştığı gün fikrî anarşi tehlikesi bitmiş demektir.
Dilimizin noksanları yalnız ıstılahlara inhisar etmez. Alelade kelimelerde bile eksiklerimiz vardır. Bunu anlamak için, mesela, Fransızca, Almanca bir lügat kitabını alarak Türkçede mukabillerini bulmak tecrübesi yapmak kafidir. Bir çiçekçi kataloğunda muhtelif çeşit güllerin renklerini anlatmak için yazılan üçer, dörder satırlık tarifleri tercümeden bazan kendimi aciz bulduğumu itiraf ederim. Çünkü lisan ve edebiyatımızda beş, on tane renk biliyoruz. Halbuki orada o kadar ince farklardan bahsediliyor ki bize bütün bütün yeni geliyor. Bir lisandan diğer lisana tercüme kati bir muvaffakiyetle yapılamaz. Bu, o iki dilden birinin diğerinden daha yüksek olmasından değildir. Her dilin ayrı hususiyetleri olması neticesidir. Fransızcadan Türkçeye tercüme yaparken çektiğimiz bazı sıkıntılara Türkçeden Fransızcaya tercüme yapacak bir Fransız muharriri de maruz kalır. Bahsettiğim zorluk bu değildir. Mefhum ve kelime eksikliğidir. Bunun da çaresi Avrupa lisanlarından herhangi birinin kamusunu alarak her kelimeye Türkçede bir karşılık tespit etmekle bulunabilir. Her ne pahasına olursa olsun bize ilim ve fen sahasını, her türlü mefhumlar sahasını açmalıdır.
Sonra, Türkçe lügat isteriz, sarf ve nahiv isteriz, dilimizi hakkiyle yazacak surette harflerimizde ufak tefek değişiklik isteriz. Bunların müzakeresi yeri burası olmayacağı için tafsilat veremiyorum. Yalnız ihtiyaçlara işaretle iktifa ediyorum.
Hulâsa:
Arz ettiklerimi birkaç cümlede toplamak için diyebilirim ki:
1 — Lisanımız hakkında ilmi tetkikler lâzımdır. Burada devletçilik sistemini kabul etmek zaruridir. Türkçenin eski, yeni bütün lehçelerini ve yazılarını bilmeğe, en az Sanskrit, Latin, Yunan dillerini öğrenmeye ihtiyaç gösteren çalışmalara bizde ancak Hükûmet imkân temin edebilir.
2 — Türkçenin menşeleri hakkında tetkiklerde bulunacak mütehassıslar heyetinden başka, bugünkü müşküllerimize çare bulacak bir ilim heyetine de ihtiyaç vardır.
3 — Bu heyet bize ıstılahları kararlaştırmalı, Avrupa lisanlarına nazaran bizdeki eksik kelimeleri tamamlamalı, Türkçe Lügat, sarf ve nahvi yazmalıdır.
4 — Türkçemizin nahvinde, bünyesinde bir kabiliyetsizlik yoktur. Kusur kelimelerdedir. O da usul dairesinde bir çalışma ile izale edilebilir.
5 — Yazı dili ile konuşma dili arasındaki farktan ürkmeye mahal yoktur. Lisan sadeliğe doğru en fazla bir verimle kendiliğinden gitmektedir.
Yazı dilinden yabancı kelimeleri atarak yerlerine öz Türkçe kelimeler koymak vazifesini hiçbir heyet deruhte edemez. Çünkü sözünü dinletmek imkanı yoktur. Bu iş tamamen şahsidir, daha doğrusu gayrişahsidir. Dilin tabii seyrinin neticesi olarak husule gelecektir. Bir akademi yazı ve konuşma dilinin daima arkasından yürür; yeniliklere akademi ön ayak olamaz. O dilde ancak nâzım ve muhafazakâr bir kuvvettir. (Şiddetli alkışlar)