Bir Kamus ile Kavait Kitabına Muhtacız (Menemenlizade Tahir, 1884)
Bizden başka akvam-ı mütemeddine içinde hiçbirisi yoktur ki kendi lisanına mahsus bir kamus ile kütüb-i kavaide malik olmasın…! Acaba milletimizde böyle kütüb-i müfideyi meydana getirecek ashab-ı iktidar mı mevcut değildir yoksa o yolda ashab-ı iktidar mevcuttur da saika-i tenperverî ile mi bu emr-i hayra teşebbüs olunmuyor?
Bendenizce şıkk-ı evveli teslim etmek hiçbir vecihle caiz olmaz. Yirmi otuz milyon nüfusu şamil olan koca millet-i Osmaniyede bir kamus meydana getirecek kadar sahib-i iktidar bir adamın iki üç yüz sene içinde yetişememesi hemen müstahil görülecek derecede akıldan baittir.
Şıkk-ı sani evvele nispetle bir dereceye kadar karin-i kabul gibi görünürse de yine sebeb-i asli yalnız ashab-ı iktidarın ihtiyar-ı tenperveri etmesinden ibaret değildir. Biraz da ahalimizin o yoldaki âsâr-ı müfideye olan zaaf-ı rağbetleri sebep oluyor. Çünkü tembelliğin en birinci düşmanı mükafattır. İnsan mazhar-ı mükafat oldukça tecdid-i şevk eder. Gayret bir bahara benzetilse mükafat o baharın hurşid-i rahşanıdır. Güneş görülmedikçe baharın safası arz-ı didar edemez.
Ashab-ı iktidardan birisi birkaç seneler uğraşarak ve — kitapçıların hamyazesini çekmemek üzere — bir iki bin kuruş sarf ederek bir eser meydana koyuyor. Üç dört sene içinde kitabının masarif-i tabiyesini çıkarabilirse kendini bahtiyar addediyor. Beş altı sene beklemedikçe kâr etmesi kabil olmuyor. Bari aldığı kâr ettiği intizara değer bir şey olsa…!
Bazı adamlar bulunur ki milletlerine hizmet etmek maksadını hasıl edeceklerine emin olduktan sonra her türlü fedakarlığı ihtiyar eder. Kâr istemez zarardan çekinmez. Yalnız o fedakarlığı mukabilinde kazanacağı şöhrete kanaat eder. Birtakımı ise onu da istemez. Fakat öyle insanlar bir millet içinde ancak bir asırda gelebilir ki bunların pek çoğu da kamus telif etmekle uğraşamaz. Herkes emeği mukabilinde bir mükafat görmedikçe çalışmaz. Bahusus zarar etmek hiç işine gelmez. Şurasını demek isterim ki ahalimizde âsâr-ı müfideye layık olduğu kadar rağbet görülse o zaman kamus telifine sahib-i iktidar ve yolda labüt olan müşkülata galip gelecek hamiyetkar ne kadar zevat bulunduğu pek çabuk aşikar olur.
Bir kamusa olan ihtiyacımız tarif ve tavzih ihtiyacından berîdir: arapta, Acemde, Fıransızlarda, İngilizlerde doğruca ifade-i meram için kendi lisanlarının kavaid-i mazbutasını öğrendikten sonra başka bir şey tahsiline ihtiyaç kalmaz. Bizde ise Arapçayı, Farisiyi mükemmel surette öğrenmedikçe doğru bir şey yazmaya imkan olmuyor.
Tabiat-i milliyemiz ne kadar gariptir! Daima önümüzde bir mukalled-i bih ararız. Kendi kendimize bir şey icat etmek hiçbir vakitte elimizden gelmiyor. Bari taklitte olsun izhar iktidar edebilsek…!
Acemleri taklide uğraştık. Yalnız münasebetsiz mübalağalarını, lüzumsuz cinaslarını falanlarını alarak güzel teşbihlerini, hakîmane fikirlerini nazar-ı itibara almadık. Arapların yalnız kafiyelerini, secilerini taklit ettik, Fıransızların danslarını, tuvaletlerini almaya uğraşıyoruz, fezail-i ilmiyelerini sade methediyoruz!
Hâlâ ‘gelir’ fiilini Ya ile mi yoksa Vav ile mi yazmak lazım geleceğini bilmiyoruz! Hâlâ lisanımızın kavaidi neden ibaret olduğundan bihaberiz!
Hâlâ lisanımız Arapça mı Farisi mi yoksa başlı başına bir lisanmıdır? Bu cihete bir karar-ı kati veremedik! Verilecek karar meydanda duruyor da yine veremiyoruz!
Farz edelim ki şimdi birisi çıksın da lazım olduğu gibi bir kavait kitabı, bir kamus yapsın o kadar nabeca muhalefetlere, o kadar lüzumsuz itirazlara duçar olur ki tarif kabul etmez. Bu hususta en büyük mesele kamus ile kavaidin ne yolda olmak lazım geleceği meselesidir.
Her ne kadar böyle mesail-i azimede beyan-ı fikretmek benim gibi aceze için en büyük cesaretlerden madut olursa da eazım-ı üdebamızın nazar-ı aff ü merhametlerinden istimdat ederek şu sözleri söylemekte mazurum.
Gerek kavaid-i Osmaniyede ve gerek kamus-i Osmanide ittihaz edilecek esas lisanımıza mahsus olarak birinci defa olmak üzere meydan-ı intişara çıkan ve hakikatşinas-ı edep olanları müellifine bihakkın minnettar eden Talim-i Edebiyat’ın eserine iktifa ile orada tavzih olunduğu gibi “Osmanlıca kendi kendine bir lisan-ı mahsustur. Ne Arapçanın ne de Farisinin kavaidine tabi olamaz. Ancak lüzum gördüğü hâlde onlardan istiare-i kavait ve kelimat edebilir” fikrinden ibaret olmalıdır. O iki lisandan alarak istimal ettiğimiz kavaidin kâffesini Osmanlıcanın malı olarak kavait kitaplarımıza derç etmeliyiz. Kelimatı dahi bunun gibi gerek Arabiden gerek Farisiden alınmış olsun Osmanlıcanın kelimatı olmak üzere kamusumuza yazmalıyız. Bu yolu ihtiyar etmedikçe lisanımızı ıslaha ihtimal veremem.
Yavaş yavaş âlem-i edebiyatı istila etmekte bulunan terakkiyat-ı fikriyeden ümit edilir ki lisanımız bu hâl-i intizamı kesbedecektir. Ancak her şey yavaş yavaş olur. Arapların bugünkü gün intizam-ı hâline hayran olduğumuz lisanları kim bilir kaç yüz senede bu mertebe-i fevkaladeye vasıl olmuştur.
Şimdi lazım olan bir şey varsa o da yukarıda arz olunduğu gibi ahali tarafından erbab-ı iktidarı teşvik edecek surette âsâr-ı makbule ve müfideye izhar-ı rağbetle hem ashab-ı telifi hem kendilerini müstefit etmelidir.
Küfran-ı nimet olmamak için şurasını da itiraf etmelidir ki matbuata olan rağbet-i umumiye eski hâline nispetle hayliden hayli terakki etmiştir.
Eğer bu terakki devam ederse devr-i Hazreti Sultan Hamid-i hânîde âfâk-ı edep ve marifeti istila eden fikr-i terakkiyata izhar-ı muavenet ederek edebiyat ve maarifimizin mertebe-i kemalini bulmasını tesri edeceği için asr-ı maarifhasr-ı Hazreti Padişahînin measir-i lâ-yuhsâsına bir lahika-i faika olabilir.
Menemenlizade
Tahir1
Menemenlizade Tahir’in “Bir Kamus ile Kavait Kitabına Muhtacız” başlıklı makalesi Haver dergisinin 15 Cemaziyelahir 1301 (1884) tarihli 1. sayısında 8. ve 10. yapraklar arasında görülmüştür.