Dil Meseleleri: Bütün Arapça ve Farsça kelimeler dilimizden çıkarılabilir mi? (Orhan Seyfi Orhon, 1941)
İsabetli görüşlerine sık sık rastladığım değerli dil bilginimiz Dr. Tahsin Bankoğlunun (Ülkü) mecmuasında neşrettiği şu fıkralar dikkatimi çekti:
1 — Arapça ve Farsçaya karşı kapılarımızı kapıyoruz. Bu dillerden artık ne kelime alacağız, ne de ıstılah yapacağız.
2 — Arapça ve Farsçanın dilimizde kökleşmiş olan kelime teşkil sistemlerini söküp atacağız ve kelime ailelerini dağıtacağız
3 — Bu dillerden gelmiş ve yapılmış kelimeleri dilimizden çıkaracağız.
Bunlardan birincisine ve ikincisine (Evet!) demekle hiç tereddüt etmiyorum. Fakat üçüncüsünü nasıl yapacağız? İşte düşünülmeğe değer bir mesele! Muhterem Tahsin Bankoğlundan, bir lisan alimi olmadığım halde bu bahse karışmamı mazur görmesini rica ederim. Ben sadece Türkçenin güzelliğini seziyor ve dilimi seviyorum. Bütün ihtisasım bundan ibaret.
Benim anladığıma göre Tahsin Bankoğlu âlimlerimizin müdahalesine lüzum kalmadan dilimizin tekâmülüne inananlardandır. Her şeyde olduğu gibi, dil işinde de yarım âlimlerin faydasından ziyade zararı dokunduğunu gördük. Bu türlü müdahaleler dilin doğru gidişini şaşırtmaktan başka bir şeye yaramadı. Esasen makale sahibi de, burada, kendi fikirlerini değil, dil inkılâbının ana çizgilerini belirtmeğe çalışmaktadır. Fakat bu sonuncu fıkraya iştirak etmediğine dair de bir şey söylemiyor. Hattâ, onu tasvip eder gibi görünüyor.
Şu halde bu meseleyi açıkça ortaya koymalı:
— Bütün Arapça ve Farsça kelimeler Türkçeden çıkarılabilir mi?
Dilimize giren bu türlü kelimeleri ikiye ayırabiliriz:
1 — Yaşayan dilde karşılığı olduğu halde yazı dilini süslemek için Arapça ve Farsçadan alınmış kelimeler.
2 — Dilimizde karşılığı bulunmıyanlar, veyahut olsa bile unutulanlar.
Bunlardan birinci kısma ait olan kelimeler dilimizden sür’atle atılmaktadır. Bu hareket, lisanın sadeleşmesi, Türkçülük cereyanı, tasfiyecilik, yeni lisan, dil inkılâbı gibi isimler almıştır. Bunların derece derece tesirleri olmakla beraber asıl sebebi Türkçe kelimelerdeki (hasaset) fikrinin ortadan kalkmasıdır. Eskiler Arapça ve Farsça kelimeleri asil kelimeler olduğu için kullanıyorlar, bunlarla dilimizi süslüyorlardı. Bu telâkkinin izlerini araştırırsak hâlâ içimizde buluruz. Meselâ büyük bir adamın (karşısında) demekten (huzurunda) demek daha nazik, daha hürmetli bir ifade tarzı gibi görünmektedir. Öldü yerine, vefat etti, oturuyor, yerine ikamet ediyor da öyle değil mi? Yakın zamana kadar (zevce) yerine (karı) demek âdeta hakaret sayılırdı! Bu misalleri çoğaltabiliriz.
İtiraf etmeli ki Türkçede karşılığı bulunan yabancı kelimelerin atılmasında millî edebiyat devri şâir ve muharrirlerinin çok büyük hizmeti olmuştur. Bugünküler bu şerefi onlardan esirgeseler bile tarih inkâr etmiyecektir. O devirdeki şâir ve muharrirler sadece san’atlarına dayanarak bu yolda yürümüşler, Türkçe kelimelerin güzelliğini ve üstünlüğünü ortaya koydukları örneklerle okuyuculara kabul ettirmişlerdir. Hiç bir müeyyideye muhtaç olmadan dil inkılâbının bu asıl mühim kısmı başarılmıştır.
İkinci kısma gelince:
Bunlar, ya: dâhi, şe’niyet, meb’us, ruhiyat, tayyare gibi yeni medlûller ve mefhumlarla dilimize giren kelimelerdir; yahut da eski Türkçede karşılığı olduğu halde unutulup tasarrufumuza geçenler: akıl, merdiven, zaman, düşman, din, sakat gibi.
Birincilerinden, ıstılah olarak bir ilmin hududu içinde kalanları değiştirebiliriz, nasıl ki, ıstılahlarımızı oldukça muvaffakıyetsiz bir tarzda değiştirmekteyiz. Fakat bir ilmin ıstılahı olmakla beraber birbirimizle anlaşmak için muhtaç olduğumuz kelimeleri bundan ayırmalıyız. Meselâ akıl veya zaman felsefe ıstılahıdır. Fakat biz, konuşurken de bunlara muhtacız. Faraza, akıl yerine, mütehassısların kararile us kelimesini koyamayız. Koyarsak, yazarken us, konuşurken yine akıl diyeceğiz. Bu suretle Peyami Safanın pek doğru söylediği gibi kitapla hayat arasında yine bir ikilik meydana çıkacaktır.
Eski Türkçede karşılığı olduğu halde unutulup tasarrufumuza geçen kelimeleri tamamen değiştiremeyiz. Çünkü bir defa bunların bir kısmının asıllarile mukabilleri arasında mana farkları hasıl olmuştur: Us, akıl demek değildir. Uslu başkadır, akıllı başka. Issız, sahipsiz demek değildir. Mide, kursak demek değildir. Ulus, millet demek değildir. Tutsaklık, esaret demek değildir. Dua, dilek demek değildir. Dolap, çıkrık demek değildir.
Sonra bunları unutturup asıllarını kullandıracak kadar kuvetli bir müeyyide yoktur. Mektep, kitap, gazete ve hükümete ait müesseseler kâfi gelmez.
Türkçülük duygusu da bu kelimeleri terk etmek için bir sebep teşkil edemez. Çünkü bu kelimeleri hangi kökten geldiklerini bilmeden ve düşünmeden kullanırız. Düşman, Farsça, sakat Arapça, merdiven Farsça, din Arapça diye ayıramayız. Bunu ancak lisan âlimleri bilir. Nihayet bunlardan bir çoğu aslılarından güzeldir, meselâ: Allah, Çalap’tan, dikkat, asıg’dan, düşman yağı’dan, dirhem ongay’dan, müteassıb, bağmaz’dan güzeldir. Bunların ötekilerin yerine geçmesi, hançeremizin zevkine, hassasiyetine uygun gelmez.
Yeni ıstılahlarımızdaki muvaffakıyelsizlik sebeplerinden birisi de işte bu oldu. Dil kurumunun faal azaları arasında bugünkü hançeremizin hassasiyetini duymayanlar, veyahut bunu müdafaa etmiyenler vardı. Şahıslarına hürmet etmekle beraber bu mütehassısların bir kısmı şivesi bozuk zatlardı. Onlar, nasıl bu işi tam bir muvaffakiyetle başarabilirlerdi? Konuşurken en hafif bir şive aksaklığını, bir telâffuz hatasını affetmeyiz. Karşımızdaki bir harfi değiştirse, bir vokali kısa veya uzun okusa, bir tâbiri başka türlü kullansa derhal onu teşhis ederiz. Meselâ: Uzun derin, ilk peşin gibi tabirleri kullananlar, hemen anlarız ki Selâniklidir. Ka yerine, ga, diyen, İstanbullu değildir. Demin yerine temin diyen Rumelili, nasıl yerine nasil diyen de Giridlidir.
İşte bu yüzden yeni kelimelerin birçoğu kulağımızı tırmaladı ve bizde mukavemet duygusu uyandırdı.
Her yeni kelime, öyle gelişi güzel dilimize kabul edilemez. Ayni ölçüde kelimelerin yanında boş bir yer bulursa, hançeremizi memnun ederse alınır. Yoksa kadro harici kalması muhakkaktır. Meselâ; Vapur kelimesi, çopur, kubur, tabur, obur, gibi eşitlerinin arasına yerleşti ve bu kelimeye ihtiyaç vardı. Fakat saylav bir türlü arkadaşını bulamadı, hâlâ muallâkta sallanıp duruyor. Bir küçük misal vereyim: Aritmetik ıstılahlarını yapanlar (taksim) yerine (böley) kelimesini buldular. Hoşumuza gitmedi. Eğer bunun yerine (bölüm) deselerdi, belki de bu kelime tutardı. Nasıl ki (verim) çarçabuk umumî rağbete mazhar oldu.
Tayyare, bizim Türk hançeremize hiç uygun gelmiyen bir kelimedir. Senelerdenberi buna mukabil (uçak) diyoruz, fakat bir türlü alışamadık. Hâlâ (tayyare)yi kullanıyoruz.
Bence, (ak) ekile yapılan kelimelerin kadrosu çoktan dolmuş ve taşmıştır. Hattâ belki de dilimizin güzelliğini en fazla bozan bu (ak) ekidir. Ocak, çanak, bacak, yanak, tarak… Bir karga sesi çıkaran bu kelimeleri eksilteceğimize uçak, kabalak, ışıldak, durak, diye çoğaltmaya lüzum var mı?
Kesafet yerine, yoğunluk ıstılahını bulan zatın eksik olan tarafı ilmi değilse zevkidir. Aritmetik, jeometri ve jeoloji ıstılahları bu ilimlerin bütün dehşetile karşımızda duruyor. Yeni terimlerle bir ilkmektep aritmetik ve jeometri kitabını yeniden okuyup çocuğunuza anlatabilir misiniz?
Bilmediğimiz köklere, ne iş gördüklerini anlayamadığımız ekleri takarak uydurma kelimeler yapmakla hakikaten dilimizi zenginleştireceğimizi zanendiyor muyuz?
Kamunyönkurul gibi tabirlerin Çince olduğunu söyleseler, belki Türkçe olmasından daha az hayretimizi mucip olur.
Bir lisanın yeni kelimeler alabilmesi bakımmdan bir haddi istiabîsi vardır: Okul’un mektep olduğunu öğrendik. Muallim’in öğretmen olduğunu öğrendik. Fakat talebenin öz Türkçesi ne olduğunu kaç kişi biliyor? Bunlara kalemi, kâğıdı, kitabı, mürekkebi, hokkayı, dersi, ezberi, sırayı, sınıfı da ilâve etseniz, mekteptekilerin birbirlerinin ne söylediklerini anlayarak konuşmalarına imkân kalmıyacaktır
Bir kelimeyi değiştirince benzerlerini ne yapacağımızı da düşünmeliyiz: Bir aralık, telgrafa tel yazısı diyorduk. Peki, fotoğraf, fonograf, sismograf ne olacaktı?
Yeni kelimelerin içinde hoşumuza giden ve ihtiyacımıza uygun gelenler de yok değil. Siyasal, kudsal, ulusal gibi. Fakat bu yolda biraz daha ileri giderek, Fransızcaya benzesin diye, ispekter kabilinden kelimeler uydurmaya ne ihtiyacımız vardı?
Tetebbu, tebahhur kabilinden hâlâ hançeremizi tırmalayan, dilimize yerleşmemiş yabancı kelimelerin Türkçe karşılıklarını bulup koymak güzel bir iştir. Fakat bu, tetkik etmeye karşı incelemek gibi zevkimize, şivemize uygun, munis olmalı. Yoksa kabul etmek yerine onaylamak gibi ne demek olduğunu anlamak için eski Türk lehçelerini araştırmaya muhtaç olduğumuz kelimelerden değil!
Nihayet Türkçedeki bütün Arapça ve Farsça kelimeler, beraber getirdikleri medli vokallerle dilimizde bir ahenk tenevvüü hasıl ettikleri, yeknesaklığı bozdukları için de atılamaz. Bunun ne kadar mühim bir sebep olduğunu belki hissetmiyoruz. Bugünkü Türkçemiz uzun sesli harflerden sıyrılınca bambaşka, takur tukur bir dil olacaktır. Bu türlü sesli harflerin miktarını anlamak için Tahsin Bankoğlunun bu makalesinden gelişi güzel bir iki satır alıyorum:
“Bizim dil inkılâbımızın, başlıca içtimai sahalarda yaptığımız inkılâplar gibi yüz yıllık bir tarihi vardır.”
Bu cümlede: lâ — ma — î — sa — lâ — ta heceleri uzun sesli harflere bağlıdır. Bu medlerin dilimize ne kadar âhenk temin etliğini anlamak isteyenler bir defa da kısa okumayı tecrübe etsinler. Bunu bir his galatı, bir alışkanlık, bir Arap ve Acem fesahatçiliği saymamalı. Türkçeyi medsiz konuşan Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşları dinlediğimiz zaman duyduğumuz ezayı hatırlayın. Evlâdım, yerine evladım, demek ne kadar zevkimizi incitiyor!
Öz Türkçe kelimelerde bile yumuşak ğ lerin uzun bir vokale kalbolduğunu görüyoruz: Ağladım, sağladım, doğru gibi. Tuğ kelimesinin bütün güzelliğini bu yapmıyor mu? Hattâ bazan y leri bile telâffuz etmiyerek medde kalbediyoruz: Niçin, peki, sööledim, şööle bööle gibi.
Bu dil zevkini hiç kale almadan daire kelimesini değre diye Türkçeleştirmeğe kalkmak tam tersine gidiş olmaz mı?
Bütün bunlardan sonra Türkçeleşmiş Arapça ve Farsça kelimeleri toptan dilimizden çıkarmak niçin? Yalnız kendi köklerinden teşekkül etmiş bir dil yapmak için mi? Bazı iptidai kavimlerde bunun eşine tesadüf etmek mümkün olsa bile, medenî milletlerin hiç birinin lisanı yalnız kendi köklerinden teşekkül etmiyor. Esasen yakın zamanlarda di-limize soktuğumuz : direktör, proje, enteressan, realite, kompozisyon, etüd, retuş, aktif, pasif gibi birçok ecnebi kelimelerle bu birliği bozmuş olmuyor muyuz?
Nihayet Türkçeyi, kendi köklerile, kendi kelime teşkil eklerile kurarak bütün Türk dünyasının anlayacağı müşterek, edebî bir lisan haline getirmek güzel, çok güzel, insanı sarhoş edecek kadar güzel bir fikirdir. Fakat bizim kadar öbür Türk lehçelerine de Arapça, Farsça karışmış bulunuyor. Nevayinin divanındaki Arapça ve Farsça kelimeler Baki’nin veya Nedim’inkinden az değildir. Hattâ belki de bunlar bizi birbirimizden ayıracağma yakınlaştırıyor. Son Rus inkılâbından evvel Azerbaycandaki, Kırımdaki neşriyat, İstanbul Türkçesine çok yakınlaşmıştı. Bizim kültürümüzün tesirleri yeniden başladıkça ve genişledikçe onların bize doğru geleceğine şüphe yoktur. Yazı dili birliğini yapacak yeni kelimeler değil, bu tesirler ve bizim ortaya koyacağımız güzel, kıymetli eserlerdir. Bu bakımdan da Türkçenin verimini azaltacak teşettütlerden dilimizi korumak bizim için millî bir vazifedir.
Orhan Seyfi Orhon1
Orhan Seyfi Orhon. (1941). Dil Meseleleri: Bütün Arapça ve Farsça kelimeler dilimizden çıkarılabilir mi? Çınaraltı, 1(14), 14-15.