Kemalzade Ali Ekrem Beyefendiyle Mülakat (Ali Ekrem Bolayır & F.N., 1922)
Kemalzade Ali Ekrem Beyefendiyle yarıda bıraktığımız mülakata devam ettik:
— Darülfünundan ne zaman çıktınız?
— Oo, bıraktığınız yerden başlıyorsunuz. Pek tabii: mülakatımız “Yarın”da devam edecek. Darülfünundan çıkalı üç sene oluyor galiba.
— Mekteb-i Sultani muallimliğini evvelce kabul etmemiş olduğunuzu işittik?
— Evet. Lakin sonra o zamanda nâzır olan nâzır-ı lahık Sait Beyefendi emrettiler, kendilerine pek ziyade hürmetim vardır, reddedemedim.
— Mekteb-i Sultani’den memnun musunuz?
— Fevkalade memnunum: idare gayet muntazam, heyet-i ta’limiye memleketin güzidelerinden müntehip, mektep herkesin bildiği gibi memleketimizde en yüksek müessese-i irfan.
— Ya talebe?
— Talebem heyet-i umumiyesiyle gayet zekidir, çalışkandır. Hususiyle bila-istisna hepsi pek terbiyelidir.
— Edebiyatı seviyorlar mı?
— Sevmezler mi? Şark güneşi hangi müfekkireye nur-i şiir ilka etmez? Edebiyatı seviyorlar. Belki de lüzumundan fazla.
— O hâlde birkaç sene sonra memleketimizde cidden edebiyat-aşina gençler göreceğiz?
— Bu sözünüzü hakkımda bir iltifat olarak telakki ederim. Mamafih Mekteb-i Sultani’den yetişen gençlerin edebiyata bigane kalmayacakları ümidinde olduğumu da söylemeliyim. Vesait-i tahsil daha iyi olsaydı talebenin vukuf-i edebisi elbette daha mükemmel olurdu. Edebiyatımızda her şeyimiz gibi büyük bir tezepzüp içindedir. Hayfaki edebiyatta da inkılap yapmaya kalkıştık, bütün eski şeyleri yıktık yerine yeni şeyler koyamadık. Ben Mabeyn’de katip iken Recaizade merhumun Ta’lim-i Edebiyat’ını takip ederek Mekteb-i Mülkiye’den neşet etmiş arkadaşlarım vardı, onların vukuf-i edebiyelerine hayran olurdum. Şiirlerimi bihakkın tenkit ederlerdi. Vakıa sonraları mekteplerde edebiyat imate edildi, kitabet, belagat dersleri gösterildi durdu; fakat bu bir inkılap değil bir tevakkuf idi. Meşrutiyetten sonra taallüm-i edebiyatı mekatib-i sultaniyeye tamim ile tekrar işe başlayacaktık ve o büyü kitabı ihtiyacat-ı zamana göre tadil etmesini yine müellif-i muhtereminden niyaz edecektik. Lakin Fransa İnkılab-ı Kebirinden zimamdaran-ı umurumuzun ruhuna, o da maküs, nakıs, müşevveş olarak akseden “Gaye-i hayaliyeye muvafık teceddüt” fikr-i galibi böyle makul ve mutedil bir tekamül gösteremezdi. Gaye-i hayaliyeye muvafık edebiyat dersleri vermeye kalkıştık; ortaya yeni nazariyeler fırladı: sanat için sanat, zevk-i şahsi, üslupta mümtaziyet, şiir-i halis, hüsn-i nisbi… ilh. Bunları pek de anlamadan tedris eden birkaç yeni muallim zuhur etti, Maarif Nezâreti yeni yazılan bir iki ders kitaplarını hemen kabul edivermek gafletinde bulundu. Muallimlerin ekseriyet-i azimesi yeni kitapları tedrise mecbur tutuldu. Tedrisatta yalnız yeni bir takım nazariyat gösterilseydi yine talebeye o kadar fenalık edilmiş olmazdı. Şayan-ı teessüftür ki eskiliğe husumet lisan-ı edebiyatı hatta lisanı zir u zeber etti: Esalibin meziyat-ı umumiyesi, vâhime-i kadime, sanayi-i maneviye hususiyle sanayi-i lafziye madumat-ı fikriye; vezin, kafiye mebahisi ilh… hep hep şayan-ı ihmal tezyinat. Arabî, Farsî bize Fransızca, İngilizce kadar ecnebi. Bunları öğretmek için senelerce uğraşmak ne belahat! Zaten yeni şiirlerde yeni eserlerde öyle yüzlerce Arapça Acemce lügat bulunamaz ki! Kudemaya gelince: Adam sen de: Onlar sanat için sanat yapmışlar hiçbiri okunmaya değmez!
— Mübalağa etmiyor musunuz!
— Evet, belki biraz mübalağa ediyorum. Ders kitaplarında bu kadar ileri gidilmemiştir. Fakat o zamanki muhitin ruhu bu idi. Hele «hâlif-i tearüf» kaidesinin iki üç gencin ruhuna hakim kesilivermesinden şebab-ı mütefekkir çok zarar görmüştür. Mekteplileri muhit-i fikriye bigane zannetmemeli, bilakis: Onlar hele edebiyat ve siyasiyat teceddüdatını ehemmiyetle takip ederler. Her genç fikir talebenin genç müfekkirelerine göre şayan-ı perestiştir. İşte bundan dolayıdır ki efkar-ı cedidenin mübalağat ve inhırafatı kendilerine gösterilmek, muttasıl anlatılmak lazım gelir. Ben Mekteb-i Sultani’de iki buçuk senedir çalışıp duruyorum, büyük üstatların, meşhur şairlerin, genç ediplerin eserlerini nazariyat-ı sanata istinaden tenkit ederek iyilerini, fenalarını talebeme gösteriyorum. İmzaları değil, eserleri; yenilikleri değil, güzellikleri sevmek, anlamak lazım geleceğine talebemi henüz ikna edebildim.
— Mademki ikna ettiniz…
— Bununla iş bitmez: Ders kitapları yazılmalı. Ah şu ıslahat, tensikat, tecdidat, tekamülat, terakkiyat merakları, şu namütenahi cem’-i müennes-i salim silsilesi ah! Ders kitaplarının yazılmasında bu silsile sedd-i ahenin olmuştur. Dün bügünden mutlaka fena olursa tek bir güne iyi demek kabil olamaz. Maarif Nezâreti “bir tetkikat-ı lisaniye heyeti” teşkil etmişti. Yirmi dört edip ve muallimden teşekkül eden bu heyete usul-ı imla, sarf ve nahiv, lügat, nazariyat-ı edebiye kitapları telifi havale olunmuştu. İmla Encümeni usul-ı imla risalesini üç sene çalışarak ve bütün erbab-ı kalemin de reylerini sorarak telife muvaffak oldu. Lügat Encümeni şimdiye kadar lisanımızda misli görülmemiş bir lügat kitabı telif ediyordu. Encümende Cenap Şahabettin, Darülfünun müderris-i muhteremi Ferit, şair Mehmed Akif gibi pek mümtaz şahsiyetlerin aza bulunduklarını söylersem lügat hakkında bir fikir peyda edebilirsiniz. Beni bu heyetin reisi tayin etmişlerdi. Encümenlere iştirak ediyordum. Hasseten edebiyat encümeninde çalışıyordum. O encümende benden başka «Kudema» geçkin, ihtiyar artık ne diyorsanız, yoktu. İşte azası: İbrahim Necmi, Süleyman Şevket, Fazıl Ahmed, Ali Canip beyler bir de Ömer Seyfettin merhum. Tedrisattaki tezepzüplerden kendi canları yanan bu genç muallimlerin gösterdikleri vukuf ve ihata, itidal ve sekinet beni kendilerine meftun etmişti. Biz, bir seneden ziyade çalıştık, tabir-i meşhuruyla kılı kırk yardık. Nihayet mekatib-i sultaniye için bir «Sanat-ı Tahrir» bir de «Nazariyat-ı Edebiye» kitaplarının mevaddını tespit ettik. Yaptığımız fihriste göre bu kitaplar yazılacaktı. Derken bir girdbad-ı ıslahat çöktü…
— Ne zaman?
— Üç yüz otuz beş senesinde olacak, o fırtınada encümenleri sildi süpürdü. Şimdi Maarif Nezâreti İmla Encümeni’ni yeniden teşkil etmiş. Bence bu da bir teşkilat silsilesi cümlesindendir. Yazılan usul-i imlayı şimdilik tatbik etmek evlâ olurdu sanırım. İmlayı daha ziyade ıslah etmektense başlanılmış olan lügati ikmal ettirmek hele Sanat-ı Tahrir ve Edebiyat kitaplarını yazdırmak muktezi idi.
— Mademki bunların esasları kararlaştırılmıştır kitapları siz yazarsınız.
— Ne kadar kolay söylüyorsunuz! İki heyetin yazacağı iki muazzam eseri bir insan nasıl kaleme alabilir?
— Lügati demiyorum, diğerlerini.
— Bunu bende düşünmedim değil: hiç olmazsa etraflıca bir sanat-ı tahrir yazayım dedim. Fakat gördüm ki sanat-ı tahrirden evvel “Usul-i Kitabet” derslerine ihtiyac-ı kati var. İşte şimdi bunu yazıyorum.
— Tab’ ettireceksiniz değil mi?
— Hayır; şimdilik litografya ile forma forma talebem için bastırıyorum. Bu dersleri tedris ederek münderecatını tatbikat ile takrir etmeden kitabıma şekl-i kati veremem. Darülfünun derslerini de böyle yapmıştım. Zaten bir seneden beri yazmakta olduğum Usul-i Kitabet Dersleri daha bir sene sonra ancak hitama erecek.
— Bu kadar mufassal mı?
— Evet, bu kadar mufassal: Nice eski usul-i tedrisin «İcaz-ı belagatkaranesi» talebeye ibare ezberletmekten başka bir fayda temin edemiyor. Ben uzun uzun anlatıyorum, yalnız anlatırken kelal vermemeye çalışıyorum. Bir de “cihet-i camia nazariyesi” gibi, “belagat” gibi yeni cereyan-ı efkara göre mühmelattan madut hakikat-ı halde her zaman için elzem olan mübahase; “Şive-i lisan” gibi, “İsabet-i efkar” gibi etraflı izah olunamayan mesaile temas ediyorum.
— Usul-i kitabetten sonra öbürlerini de yazacak mısınız?
— Hepsini yazmak sekiz on sene çalışmaya tevakkuf edecek! Bilmem buna muktedir olabilecek miyim? Çok müşkül vazife!
[*]1
Yarın, 26 Kanunusani 1338, sayı 15