Söylediğimiz lisan ne lisanıdır, ve nereden çıkmıştır? Osmanlı lisanı tabirini pek de doğru göremiyoruz; çünkü bu unvan, selatin-i Osmaniyenin birincisi fatih-i meşhurun nam-ı âlilerine nispetle, müşarünileyhin tesis etmiş oldukları bir devletin unvanıdır; halbuki lisan ve cinsiyet müşarünileyhin zuhurundan ve bu devletin teessüsünden eskidir. Asıl bu lisanla mütekellim olan kavmin ismi ‘Türk’ ve söyledikleri lisanın ismi dahi ‘lisan-ı Türki’dir. Cühela-i avam indinde mezmum addolunan ve yalnız Anadolu köylülerine ıtlak edilmek istenilen bu isim intisabıyla iftihar olunacak bir büyük ümmetin ismidir. ‘Osmanlı’ ile ‘Türk’ isimleri beynindeki nispet tıpkı ‘Avusturyalı’ ile ‘Alman’ isimleri beynindeki nispet gibidir. ‘Avusturyalı’ unvanı Avusturya devletinin taht-ı tabiiyetinde bulunan kaffe-i akvama ve onların biri ve ümmet-i hakimesi olan Avusturya Almanlarına ıtlak olunduğu halde, ‘Alman’ ismi bu ümmet-i azimenin gerek Avusturya'da, gerek Purusya ve Almanya’da ve gerek İsviçre ve Rusya ve sair taraflarda bulunan kaffe-i efradına ıtlak olunur. Devlet-i Osmaniyenin zir-i tabiiyetinde bulunan kaffe-i akvam efradına dahi ‘Osmanlı’ denilip, ‘Türk’ ismi ise Adriyatik Denizi sevahilinden Çin hududuna ve Sibirya’nın iç taraflarına kadar münteşir olan bir ümmet-i azimenin unvanıdır. Bunun için, bu unvan, şayan-ı tahkir olmak şöyle dursun, müstevcib-i fahir ve mesar olmak iktiza eder. Memalik-i Osmaniye’de söylenilen lisanların cümlesine ‘elsine-i Osmaniye’ denilmek caiz olabilirse de, bunların birine, ve hususuyla ekseriyet-i efradı bu memalikin haricinde olup, bu devletin teessüsünden çok daha eski bulunan bir lisana ‘lisan-ı Osmani’ denilmek tarihe ve ensab-ı elsineye asla tevafuk etmez.
Memalik-i Osmaniye’nin Avrupa ümemi indinde ismi ‘Türkiya’ olup, bu kelimenin ahirindeki ‘-ya’ edatı da tamamıyla ‘-istan’ edatının müteradifi olduğundan, bu kelime ‘Türkistan’ manasına gelir. Halbuki biz haritada diğer bir Türkistan daha görüyoruz, ki o da Asya-i Vüsta ve Şimalînin bir cüzü olup, İran ve Afganistan’ın cihet-i Şimaliyesinde, Rusya’nın cihet-i Şarkisinde ve Çin’in cihet-i Şimaliye-i Garbiyesinde bulunur bir kıta-i vasiadır. Bizden hayli uzak olan o Türkisyan’la bizim Türkiya beyninde, ve oranın Türkleriyle bizim aramızda acaba bir münasebet ve irtibat var mıdır? Bu isim iştiraki nereden geliyor? Eğer oranın ahalisiyle olan münasebetimiz yalnız isim iştirakinden ibaret ola idi, belki bu iştirak bize itab-ı zihin ettirebilirdi, lakin lisanca olan iştirak ve tarihin verdiği malumat bu bapta hiçbir şüphe ve tereddüde mahal bırakmıyor. Buhara, Hive ve Kaşgar Türklerinden pek çok efrat görmüşüsüzdür; her ne kadar ki bunların Türkçesi biraz başkaca olup, hususuyla telaffuzları bize garip gelirse de, böyle farklar iki eyalet ahalisinin söyledikleri lisan beyninde dahi bulunduğundan, bu fark-ı cüzi bizim dahi onlar gibi Türk olmaklığımızla, söylediğimiz lisanın dahi, onların lisanı gibi, Türkçe olmasına mani olamaz. Bizim söylediğimiz Türkçeye ‘lisan-ı Osmani’ unvanı ne kadar yakışmaz ise, Maveraünnehir’de ve Çin’deki hemcinslerimizin lisanına dahi ‘Çağatay’ unvanı o kadar yakışmaz, çünkü Çağatay akvam-ı Türkiyeden yalnız bir kavm-i sağirin ismidir.
Bize kalırsa, o aktar-i baidedeki Türklerin lisanıyla bizim lisanımız bir olduğundan, ikisine de, ‘lisan-ı Türki’ ism-i müştereki, ve beyinlerindeki farka da riayet olunmak istenildiği halde, onlarınkine ‘Türki-i Şarki’ ve bizimkine ‘Türki-i Garbi’ unvanı pek münasiptir. Bu lisan-ı müşterekin şu iki şubesi arasındaki fark tasrifatça veya suret-i ifadece olmayıp, ikisinin kavait ve tarz-ı ifadesi bir olmakla, fark-ı vaki ancak suret-i telaffuzdan ve bazı kelimelerin şabiyetinden [?] birine mahsus olmasından ibarettir. Bu da bu taraflara gelen Türklerin vatan-ı aslileriyle irtibat ve münasebetlerini kesip, o vakitten beri eski vatandaşlarıyla pek az ihtilat ettiklerinden, ve edebiyatlarını dahi ayırıp, lisanlarını başka bir imla ile yazdıklarından ileri gelmiştir. Türkistan-ı Şarkide yazılmış bir kitap elimize geçtiği vakit, okuyup anlamaklığımızı işkal eden şey lisanın farkından ibaret olmayıp, başlıca imla onu okumaklığımıza mani olduğunu görürüz. Zannolunmasın ki lisan-ı Türkinin imlası birinci defa olarak, devrimizde ve yeni yetişen üdeba tarafından, değiştirilmek isteniliyor; ecdadımız Maveraünnehirden beri tarafa geldikleri vakit edebiyatlarını ve lisanlarının imlasını dahi beraber getirmeyip, muahharan kendiliklerinden bir imla uydurmuş, ve onu da devirden devre ıslah ve tebdil edegelmişlerdir. Şark Türkleri lisanlarını telaffuz ettikleri gibi yazmağa daha ziyade dikkat etip, Tı ve Sad gibi lisan-ı Arabiye mahsus hurufu istimalden tevakki etmiş oldukları halde, Garba gelen hemcinsleri imlalarını lisan-ı Arabiye tevfik ederek, bu iki harfle lisan-ı Arabiye mahsus olan huruf-ı saireyi tabehâl [?] istimal ettikleri gibi, huruf-ı imlai dahi az kullanmışlardır; mesela eski vatandaşlarının ‘su’ ve ‘songra’ imlalarını ‘ṣu’ ve ‘ṣonr’ya çevirmişlerdir. Bu da ihtiyari bir şey olmayıp, bu taraflara gelen Türklerin cengaver ve asker takımından bulunmasıyla, yazı ile iştigal etmediklerinden, ve muahharan ahfatları lisanlarını yazmağı murat ettiklerinde, bunun imla-i aslisinden bihaber olmakla, kendilerinden bir imla uydurmağa mecbur olmalarından ileri gelmiştir. Bir yandan bu fark ve bir yandan dahi bu taraflara gelen Türklerin mürur-ı zamanla lisan-ı aslilerinin birçok kelime ve tabirlerini unutarak, Arabi ve Farisiden başka ihtilat ve imtizaç ettikleri Rum ve Firenk ve sair ümemin lisanlarından birçok kelimeler ahzetmeleri lisanlarının lisan-ı aslilerinden bir dereceye kadar ayrılmasını mucip olmuş, ve adem-i ihtilat bu farkı gittikçe artırmakta bulunmuştur.
Her ne kadar ki Şark Türkleri dahi, İraniler ve sair kaffe-i ümem-i İslamiye gibi, lisan-ı Arabiden birçok kelimeler ahız ve kabul etmişlerse de, onların aldıkları kelimat-ı Arabiye başlıca ıstılahat-ı fenniye ve edebiyeden ibaret olup, bizim gibi kelimat-ı adiye ahzetmemişlerdir. Bunun için, bizim lisan-ı adide kelimatı Arabiye ile ifham etmekte olduğumuz mevaddın ekseri için onların kelimat-ı Türkiyeleri vardır. Bir lisan ise kelimat-ı ecnebiyeden ne kadar ari, ve kendi kelimeleri ne kadar ziyade olursa, o kadar mükemmel, o kadar vasi, o kadar zengin addolunacağından, lisan-ı Türki-i Şarki, sekalet-i telaffuzuyla beraber, bizim lisan-ı Türki-i Garbiye tercih olunabilir. Binaenaleyh, lisanımızın ıslah ve tevsiini murat ettiğimiz halde, kelimat-ı Arabiye istikrazından mübalağa etmekten vazgeçip, lisan-ı aslimiz olan Şark Türkçesinin bizce metruk ve meçhul olan kelimelerini uyandırarak, onları kabul ve istimale çalışmaklığımız iktiza eder.
Lisanımızın Türkçe, Arabi ve Farisiden mürekkep olduğu söyleniyorsa da, bu terekküp, sair bazı lisanlarda olduğu gibi, adeta bir imtizac-ı kimyevi ile hasıl olmadığından, lisanımızda müstamel olan Arabi ve Farisi kelimeler daima ecnebi sıfatıyla durup, tamamıyla lisanımıza karışmamış, ve lisanımızın kavait ve şivesi asla mütegayyir olmayarak, yine esas-ı asliyesini muhafaza etmiştir. Binaenaleyh, her ne vakit istersek, bu kelimat-ı ecnebiyeyi atarak, lisanımızı temyiz ve tathir etmek elimizdedir. Lisan-ı aslimizin, bizi Arabiden büsbütün müstağni edecek derecede, vüsati yoğise de, hiç olmazsa, lisan-ı adiye kifayet edecek kadar kelimeleri mecvut olduğundan, ıstılahat-ı Arabiyenin fünun ve edebiyat lisanına münhasır kalması, ve hele Farisiye ihtiyaç kalmaması mümkündür. Vakıa, herkesin kullanmağa alışmış olduğu ‘vakit’ kelimesini terkle, onun yerine ‘çağ’ kelime-i Türkiyesini yeniden uyandırmak biraz güç ise de, eli kalem tutan zevat bu maksada hizmet etmeği murat ettikleri vakit, bu gibi keilmelerin iptida lisan-ı tahrirîde istimaline başlayarak, yavaş yavaş ttamimlerine muvaffak olabiliriz. Hususuyla ki bu gibi kelimeler büsbütün metruk olmayıp, bazı eski üdeba ve şuaramızın âsârında mevcut oldukları gibi, Anadolu’nun bazı taraflarında dahi hâlâ müstamel bulunmaktadır. Lisan-ı Türki-i Şarkide yazılmış olan Nevai gibi eazım-ı üdebanın âsârı mekatibimizde talim olunarak, meydan-ı tedavüle konulmakla dahi bu maksada hizmet olunabilir.
Bunun iki cihetçe, yani edebî ve siyasi, muhassenatı olup, edebî cihetçe lisan-ı Türki daha vasi ve daha güzel bir lisan olacağı gibi, cihet-i siyasiyece dahi, sekiz on milyondan ziyade olmayan Garp Türklerine bu miktardan aşağı olmayan Asya-i Vüsta ve Rusya Türkleri dahi munzam olarak, ve bunların cümlesi bir lisan-ı vahitle mütekellim tamamıyla bir ümmet-i vahide hükmüne geçerek, Türk ümmeti yirmi milyon nüfusu cami bir ümmet-i azime olacaktır. Bu ikinci cihet kabil-i inkar olamayacağı gibi, birincisi dahi muhakkaktır; çünkü bir lisan ne kadar güzel ve mükemmel olsa, onun kellimeleri o lisan için güzel olup, diğer bir lisana geçince, sakil ve kaba görünür; mesela ‘çağ’ kelimesi lisanımızın şivesine ‘vakit’ kelimesinden elbette daha muvafık gelir, ve kulağımıza daha mülayim ve latif görünür. Böyle olmasa bile:
Kühen hırka-i hîş pîrâsten
Bih ez hırka-i âriyet hâsten1
Mısdakınca bu tarik müraccahtır.
[Şemsettin Sami]2
[Kendi eski hırkanı giymek, ödünç hırka istemekten yeğrektir.]
Şemsettin Sami. (1298). Lisan-ı Türki (Osmani). Hafta, 1(12), 176-181.