Lisan ve Edebiyatımız (Şemsettin Sami, 1895)
Akvam ve ümemin mevcudiyet-i siyasiye ve maneviyeleri başlıca lisanlarının derece-i intizam ve mükemmeliyetine tabidir. Bir lisanın hüsn ü letafet ve mükemmeliyeti iki türlü olur: biri tabii ve hulki ve diğeri kesbî ve sunidir. Birincisi allah vergisidir ve ikincisi lisanı söyleyenlerin cehit ve ikdamlarına ve zevk-i selimlerine mütevakkıftır. Birincisi lisan ve ikincisi edebiyattır.
İptida birinci ciheti nazar-i itibara alarak umumdan hususa nakl-i kelam ile lisanımızın Avrupa ve Asya lisanları arasında ve alelhusus ümem-i mütemeddine elsinesine nispeten ne hal ve mevkide bulunduğunu düşünelim.
Bu makalenin başındaki kazıyeye riayetle kablelmühakeme hökmümüzü verip hemen lisanımızın medh ü sitayişine girişmek istemem. Maksadım bir methiye okumak değil tenkitli ve ispatlı bir makale yazmaktır.
Kendini pek hor u hakir görmek veya kendi hakkında pek âli bir fikirde bulunmak efrat hakkında ne kadar çirkin ve muzır ile birbirine tamamiyle zıt olan bu iki haslet akvam ve ümem hakkında da o kadar ve belki ondan ziyade çirkin ve muzırdır. Çünkü insan kendi nefsi hakkında mahviyet gösterirse bir dereceye kadar mazur görülebilirse de milyonlarca efratla müşterek bulunduğu kavmiyet ve cinsiyeti hakkında mahviyet gösterirse başklarının hukukuna tecavüz etmiş olur. Kendini hakir ve zelil gösteren veya öyle bilen adam daima hakir ve zelil kalır. İnsanı derecat-ı âliyeye sevk eden zillet ve hakaret korkusudur. Zillet ve hakareti kabul ederse artık korkacak bir şeyi kalmayıp her denaeti irtikap edebilir. Bilakis kendi hakkında pek âli bir fikir beslemek dahi kusur ve nekayıs-ı mevcudeyi görüp ıslah etmeye mani olduğundan bu da bilahare o neticeyi müntiç olur.
Binaenaleyh herkes cinsiyet ve milliyetine ait hususata ebedî nazar-i hakaretle ve ne de kibir ve istizamla bakmayıp daima muazzez ve mukaddes nazariyle bakmakla beraber kusur ve nekayısı görmeyecek derecede beht ü hayrete dalmayarak tabiiyyülvuku olan az çok kusur ve nekayısın ıslah ve ikmaline çalışmak iktiza eder.
Bu kazıyeyi düsturülamel ittihaz ederek lisan ve edebiyatımız hakkında mülahazatımıza girişelim.
Türkler esasen cesur ve cengaver bir kavim olup eskiden bu sıfatla şöhret bulmuş oldukları gibi lisanları dahi ahlak ve tabiatlarına muvafık olarak hâl-i iptidaiyesinde huşunetten pek de âri değil idi. Maahaza elsine-i Tureniyenin en mükemmeli addolunup eski Türkçe demek olan Uygur lisanı kablelislam dahi yazılır okunur ve her ifadeye elverişli bir lisan idi. Türkler din-i islamı kabul ve alelhusus memalik-i islamiyeye dühul ile iptida bir takım emaretler ve badehu büyük büyük devletler teşkil ederek dindaşları olan Araplar ve İranilerle karışmaya başladıktan sonra eski Uygur hat ve edebiyatını zaten mezheb-i kadimleriyle beraber terk ve feramuş etmiş olduklarından iştirak-i mezhep saikasıyla ve bulundukları mahallerin tesiriyle Arabi ve Farisi edebiyatına tabi ve onlara hadim olup kendi lisanlarını ihmal etmiş ve bazıları büsbütün unutup bazıları da Arabi ve Farisi kelimat ve tabiratıyla karışık söylemeye başlamışlardı.
Bu vecihle Türkçe beş altı asır edebiyattan mahrum ve yalınız tekellümde müstamel kaba bir lisan hâlinde kaldıktan sonra Türklerin münteşir bulundukları memalik-i vasianın iki ucunda hemen birden yarılmaya başladı. Bir taraftan Maveraünnehir’deki Türkler söyledikleri Çağataycayı ve diğer taraftan Anadolu ve Rumeli’ndeki Osmanlılar o vakit söyledikleri Türkçeyi yazmaya başladılar. Hayfaki edebiyat-ı Türkiyenin bu iki mahall-i zuhuru birbirinden mesafece pek uzak bulundukları gibi mürur-i zaman ve buud-i mesafe hasebiyle lisan dahi çok farklı idi. Maveraünnehir’de Ali Şir Nevai zuhur edip Çağataycanın edebiyatını mükemmeliyetin evc-i bâlâsına isal etti. Çağatayca için bugünkü günde dahi Ali Şir Nevai’nin tarz ve üslubuna tabi olmaktan başka tarik yoktur.
Bizde ise öyle mükteda-i âm olacak büyük bir edip ve şair zuhur etmedi. Devlet-i Osmaniyenin evail-i teessüsünde yazılan eşar ve hele nesirleri oldukça sade lakin oldukça da kabadır. Hiçbirinde düzgün bir ibare ve âli bir fikre tesadüf olunmuyor.
Bundan maada lisan dahi bir hâlde kalmadı, devirden devre, asırdan asra küll tebeddül etmeye başladı. Bir devirde yazılan şey onu teakup eden devirde kaba ve soğuk görünmeye başladı. İstanbul’un fethinden sonra üdeba ve şuara pek ziyade çoğaldı. İçlerinde okunabilecek bir gazel, bir beyit söyleyenler dahi yok değildir. Lakin ekseri Türkçe denilemeyecek kadar elfaz ve tabirat-ı Arabiye ve Farisiye ile memlu ve ‘sanayi-i lafzıye’ dedikleri soğuk ve külfetli bir takım teşbihattan ve münasebetsiz mazmunlardan ibarettir. Bununla beraber lisanın eski kabalığı bunlarda dahi meşhuttur. Bu kabalık onuncu karn-i hicri âsârında dahi mevcut olup bin tarihinden sonra on bir ve on ikinci karında mündefi olmaya başlıyor. Nabi’lerin, Baki’lerin âsârında kabalık eseri görülmüyor. Lakin tarz-ı ifade yine meslek-i sakim-i Acemanesinde devam edip gidiyor.
İşte burada lisan edebiyattan ayrılıyor. Rumeli’ne geçildikten ve alelhusus İstanbul’a girildikten sonra lisan tedricen incelip fevkalade bir nezaket ve letafet peyda etti. Hatta şive ve telaffuzun letafeti için esasen bir tedenni addolunabilecek bir tebeddüle dahi uğrayıp Hıların sağır Keflerin telaffuzu unutuldu. Kaflar, Gayınlar Arabi ve Farisi Kef veya Ya telaffuzlarına tekarrüp edecek derecede inceldi, Arabiden, Farisiden mehuz kelimelere de böyle hafif ve latif bir telaffuz verildi. Giderek Türkçemiz eski huşunetinden asla eser kalmayacak derecede latif ve şirin bir lisan oldu. Cengaver ve haşin bir aşiret lisanı hâlinden çıkıp en nazik ve en güzel peripeyker ü meleksima bir kızın ağzının letafetini arttıracak bir halavet peyda etti.
Dünyada sem’a en ziyade letafetbahş lisan İtalyanca veya Rumcadır diyenler vardır. Lakin tecrübe edenler teslim ve itiraf ederler ki dünyada sem’a en hoş gelen ve anlamayanları bile meftun ve hayran eden bir lisan var ise o da İstanbul’da ve devletin büyük şehirlerinde tekellüm olunan Türkçedir. Türkçede ne İtalyancanın birbirini teakup eden Yaları ve şiddeli Releri, ne Rumcanın yılan fışıltısını andıran Sin tetabuları ve peltek Se ve Zalleri vardır. Kulağı yoracak ve tab’a nahoş gelecek hiçbir hal yoktur.
Elhasıl mübalağasız ve mücerret gayret-i milliye saikasiyle olmayarak ağyarın dahi tasdikiyle diyebiliriz ki lisan-ı millimiz olan Türkçe dünyanın en güzel lisanı değil ise hele en güzel lisanlarının biri olduğunda asla şüphe yoktur.
Yukarıda dedi idik ki bir lisanın hüsn ü letafet ve mükemmeliyeti iki türlüdür. Biri tabii ve allah vergisi ve diğeri kesbî ve suni. İmdi Türkçemizin tabii olan hüsn ü letafet ve mükemmeliyeti müsellem olduktan sonra bizim elimizde olan ikinci cihete atf-i nazar edelim:
Bakalım edebiyatımız ne hâldedir? Türkçe edebiyatının suret-i zuhuruyla devirden devre ne gibi tebeddülata uğradığını yukarıda mücmelen beyan ettik ve yalınız bin tarihinden evvelkilerde değil on birinci ve on ikinci karn-i hicri âsârında dahı sadre şifa verecek bir şey bulamadık. On üçüncü karn-i hicride ve hatta bu karnın nısfından sonra edebiyatımız için bir devr-i teceddüt açıldı.
Yarım asır az zaman değildir. Bu kadar zamanda hiçten başlayıp hayli ileri gitmiş edebiyat vardır. Lakin malumdur ki müceddeden küçük bir hane yapmak çok defa büyük ve eski bir konağı tamir etmekten kolaydır. Tamirci o cesim sütunlara keser vurmaya birden bire kıyamaz, o kadar emekle vücuda gelmiş olan o kâr-i kadim boyaları, nakışları, her ne kadar tebdillerini tasmim etse bile birden bire düşürmeye acır.
İşte bu sebebe mebnidir ki bizde bu yarım asırda edebiyat arzu olunan derecede terakki edemedi. Bu terakki tedricen olacak ve hakikaten öyle oluyor. Eslafımızın kıyıp düşüremedikleri o kâr-i kadim boyaların bir takımını biz pek çirkin görüp bina-i edebiyatımızdan düşürürüz, ve bizim düşüremeyeceklerimizi ahlafımız düşüreceklerdir. Yeni yetişen genc ediplerimizin bugün gözümüzün önünde o musanna allı pullu nakışları beğenmeyip düşürdüklerini görüyoruz ve bunların yerlerine asrın teceddüdatına muvafık birtakım müzeyyenat vazı lüzumunu en evvel ortaya koyan biz ihtiyarlar bu vecihle tahriplerini gördükçe acımaktan bir türlü kendimizi alamayarak bilaihtiyar ‘Ama bu kadar da olurmu?’ diye bağırıyoruz.
Teessüf olunacak bir şey var ise o da bu terakkinin bir düzüye ve mütemadiyen ve zamanın icap ve iktiza ettirdiği bir suretle hasıl olmayıp hora tepenlerin yürümesi gibi birkaç adım ilerledikten sonra birkaç adım gerileyerek ve bazan da bir daire çizerek gitmesidir. Vakıa bundan biraz evvelki ediplerin en sade yazdıkları ibare bugün bize pek muğlak görünür. O vakitten beri hayli ileri gidilmiştir. Lakin terakkinin bu suret ve derecesi gayrikâfidir.
Lisanımız pek güzel bir lisandır. Edebiyatımız niçin onunla münasip olmasın? Edebiyatın mahiyeti ve üdebanın vazifesi nedir? İptida bunu halledelim:
Edebiyat evvela lisanın kavaidini zapt ve şivesini, lefatet-i tabiiyesini, fesahatini muhafaza ile fesahate mügayir elfaz ve tabiratın lisana dühulünü menetmek ve tarik-i fesahatten sapmış cihetleri var ise yoluna getirip lisanın bozulmasına meydan vermemek ve saniyen avamın bittab ihtiaç görmediği hissiyat-i âliye ve meani-i dakika ile mevadd-i ilmiye ve fenniye ve keşfiyat-i cedide için tabirat ve ıstılahat bulmaktır. Üdebanın vazifesi budur. Erbab-i fen ıstılahat-ı fenniye tayini için edebiyata müracaat mecburiyetindedir. Tayin olunacak ıstılahat kaide-i lisana ve fesahate mügayir olursa lisanı bozar. Böyle ıstılahat vazedenler müntezam ve mükemmel bir bahçenin çiçekleri içine bir avuç diken tohumu ekmiş olurlar. Edebiyat daima lisanın muhafızı ve bekçisi olmak iktiza eder. Fakat üdeba bu ihtiyacat-ı fenniye haricinde lisanı tağyir ve tebdil etmek salahıyetini haiz değillerdir.
Lisan hiçbir vakit suni olamaz. Elsinenin ne suretle tahsil ve tekevvün ettiği bahsine girişsek söz çok uzayacağından yalınız şu kadar deriz ki dünyada hiçbir lisan yoktur ki insanlar tarafından suret-i mahsusada yapılmış olsun. Bu son zamanlarda suni bir lisan çıkarmaya çalışanların sayleri hebaya gitmiştir ve hiçbir vakit neticepezir olmayacaktır. Tabiate karşı sayin semeresi olmaz. Lisanlar tabiidir. Edebiyat halkın söylediği lisana tabidir. Onun dahilinde ıslahat ve tezyinat yapabilir. Lakin haricine çıkamaz.
Alışmak dünyada garip şeydir. Biz şimdiki edebiyatımıza alıştık. Bize tabii gibi görünür. Lakin bir kere arkaya doğru dönelim. Veysi’nin, Nergisi’nin bir fıkrasını veya Münşeat-i Feridun’dan bir mektubu alıp çok Arabi ve Farisi okumamış bir Türke veyahut oldukça okumuş bir kadına, sonra yalınız kendi lisanını bilir bir İraniye ve nihayet lisanının fesahatine vakıf bir Araba okuyalım. Hiçbirinin bir şey anlayamayacağını göreceğiz. Demek ki bu kitaplar ne Türkçe, ne Farisi ve ne de Arabi yazılmıştır. Ya bu lisan ne lisanıdır? Nerede söyleniyor? Kimler istimal ediyorlar? Sırf suni bir lisandır. Şu kadar vardır ki bu suni lisanda kullanılan kelimeler sırf uydurma mühmelattan ibaret olmayıp üç lisandan mehuzdur.
Lisan-i Osmani üç lisandan yani Arabi, Farisi ve Türkçe lisanlarından mürekkep demek adet olmuştur. Adet-i ilahiyeye ve tabiate mügayir olan bu tabir ekser kavait ve inşa kitaplarında ve buna mümasil kitaplarda zikir ve tekrar olunur. Ne kadar yanlış! Ne büyük hata! Üç lisandan mürekkep bir lisan! Dünyada görülmemiş şey.
Hayır! Hiç de öyle değildir. Her lisan bir lisandır ve akvam ve ümem beyninde olduğu gibi elsine beyninde dahı derecat-i muhtelifede karabet ve münasebet bulunup her birkaç lisan bir zümre teşkil eder. İmdi söylediğimiz lisan elsine-i Turaniye zümresine mensup Türk lisanıdır. Buna birinci derecede Arabiden ve ikinci derecede Farisiden bazı kelimeler ve tabirler girmiştir. Lakin bu kelimeler ne kadar çok olsa lisanın esasını değiştiremez. Mesela İspanyolca ve Portekizcede o kadar kelimat-i Arabiye bulunuyor ki bunların cemi büyük bir cilt teşkil etmiştir. Lakin mezkur lisanlar Arabi ile fülan lisandan mürekkeptir denilmeyip Latin zümresine mensup müstakil lisanlar addolunur. Kezalik İngilizcede hemen yarı yarıya Fıransızca kelimeler bulunduğu hâlde İngiliz lisanı Cerman zümresine mensup bir lisan olup Fıransızcaya yabancı addolunur. Her lisanın mehuz ve müstear kelimelerine bakılmaz, esası olan tasrifatına bakılır. Hatta Nergisi’nin suni lisanına dahi üç lisandan mürekkep namı verilemez. Çünkü Türkçe kelimattan âri denilecek derecede Arabi ve Farisiye boğulmuş olan o ibarede dahi tasrifat ‘olmak’ ve ‘etmek’ fiilleriyle ve ifade ‘de, den, ile, siz’ gibi Türkçe edevatla oluyor.
Dedik yine tekrar ederiz: lisanımız pek güzel bir lisandır, söylediğimiz gibi yazacak ve o şive ve kaide dairesi dahilinde ıslah ve terakkisine çalışsak lisanın güzelliğiyle mütenasip mükemmel bir edebiyata malik olacağımızda şüphe yoktur. Arabiden Farisiden birçok kelimeler lisanımıza girmiştir. Pek âlâ. Onlar Türkçeleşmiş herkes biliyor anlıyor biz dahi Türkçe gibi kullanırız. Istılahat-i fenniyeye gelince onları da her lisanda olduğu gibi fen erbabı anlar. Bu vecihle lisanımıza girip yerleşmiş olan Arabi ve Farisi kelimeler lisanımızı bir kaç daha zenginleştirmiştir. İhtiyacımızla mütenasip tabiratımız olduktan sonra Kamus’a, Bürhan’a el uzatarak bugünkü günde Arapların, İranilerin dahi anlamadıkları avuç dolusu lügât-i garibe alıp kullanmakta ne ihtiyacımız vardır? Arabiden mehuz ‘kalem’ gibi sade, fasih, herkesin anladığı bir kelimemiz var iken ‘hâme’ veya ‘yara’a’ gibi lügât-i garibeyi niçin kullanıyoruz. ‘Efsahelkelame ma kalle ve dell’ kelamı eskiden malumumuz olup bunun mahz-ı hakikat olduğunu kimse inkar edemezken ve bizim ‘yazmak’ gibi sade, münhasır ve güzel sırf Türkçe bir tabirimiz var iken ‘ketb ü tahrir etmek’ gibi dört veya ‘yara’arân-i bahs ü mekal olmak’ gibi altı kelimeden mürekkep ve yarı Arabi yarı Farisi alaca ve gülünç tabirler kullanmak zevk-ı selim işimidir? İnsaf buyrulsun. Bunlar en sade misallerdir. Mesela bir şairin tercüme-i hâlinde ‘Bursalıdır’ veya ‘Bursa’da doğmuştur’ diyecek yerde bu bir iki kelimelik manayı tam bir sayfalık ibare ile ifade eden tezkirelerimiz vardır. Hem de ne ifade! Neuzübillah! Okumak için Hazreti Eyüp’ün sabrı olsa kifayet etmez. Bu da sınaat imiş! Bugün olmadığında şüphe yoktur. Lakin vaktiyle böyle ifadelerden, bitmez tükenmez Farisi izafetlerden, mütenafir tabirattan, garip lügatlerden hoşlanacak tabiatler varmı imiş!
Hamdolsun! Bunlar geçti, bırakıldı, unutuldu. Lakin tesirleri bakidir. İzleri edebiyat-i cedidemizde görülüyor. Bir türlü o tesirden kurtulamıyoruz, bir vecihle o usûlden ayrılamıyoruz. Farisi izafetlerin önünü alamıyoruz. Hatta ben dahi bu makalemde bir sebeb-i mücbir olmaksızın ve istemediğim hâlde kim bilir ne kadar Farisi izafetler, Türkçeleri mevcut olan ne kadar lüzumsuz Arabi ve Farisi kelimeler kullandım.
En garibi şu ki Arabi ve Farisiden behremiz ne kadar az olursa Arabi ve Farisi lügât-i garibeye ve tumturaklı ibarelere arzu ve inhimakimiz o kadar ziyade olur. Bundan zaten fazla lüzumsuz olan kelimat-i Arabiye ve Farisiyenin lisanımızda nabemahal ve hatta Arabide mesmu olmayan uydurma kelimeler icadı tevellüt ediyor. Mesela ‘tecasür’ yerine ‘ictisar’ ve ‘mücaseret’ kullanıyoruz. Halbuki Arapta ictisar kelimesi cüret manasına gelmeyip geçmek ve ilerlemek manasını ifade eder ve ‘mücaseret’ ise hiç Arabi olmayıp Arapların bu maddeyi müfaale babından tasrif etmezler. Bunun emsali o kadar çoktur ki kullandığımız Arabi kelimelerden hiçbirinin mahallinden kullanıldığına insan emin olamaz. Harekece de ekserini yanlış kullanıyoruz. Bilerek veya bilmeyerek Türkçe isimleri Arabi kaidesince cemilendirip Farisi kaidesince tavsif etmek ve ahiri He olan Türkçe ve Farisi ve ecnebi isimleri müennes addedip ona göre terkibat yaparak ‘çiftlikât-i mezkure’ ve ‘tersane-i âmire’ gibi tabirat-i sakime güzel ve kolay lisanımızı çirkinleştirip güçleştirmekten ve belki gülünç bir hale koymaktan başka neye yarıyor?
Bir lisan ne kadar kolay olursa onunla mütekellim bulunanlar için o kadar büyük bir nimettir. Çünkü o kadar kolay öğrenilip ulûm ve fünun-i mütenevvia ile sair lisanlar tahsiline vakit kalmış olur. Avrupa akvamı bundan çok istifade eylemişlerdir ve temeddünlerinin esbab-i esasiyesinden biri budur. Bu cihetçe biz Avrupa akvamının cümlesinden daha bahtiyarız. Türkçemizin en fasihi, en güzeli, en mükemmeli bugün söylediğimiz Türkçedir. Lisanımızın fesahatini öğrenmek için birkaç bin senelik âsâra müracaat etmeye Omiros’ların, İmrüülkays’ların anlaşılmaz eşarını ezberlemeye ihtiyacımız yoktur. Çocuklarımız analarından emdikleri sütle beraber güzel ve fasih bir lisan öğrenmiş olurlar. Eğer edebiyatımız söylediğimiz lisan üzerine müesses olsa idi nazariyatını da bir iki senede edinip ondan sonra bu kadar kolay olan lisanlarının muavenetiyle az zamanda istedikleri ulûm ve fünun ve elsine-i saireyi tahsil ederek kemal-i sühuletle alim ve mütefennin olacak ve bizde de her yerden ziyade terakki ve temeddün kapıları umûmun önünde açık bulunacak idi.
Şimdi ise mektebe giden çocuklarımız söyledikleri o güzel lisanı battal ve muattal bırakıp yalan yanlış suni bir lisan öğrenmeye başlarlar. Bunun tahsili ise birçok senelik say ve emeğe muhtaçtır. Buna hasr-i himmet edenler nihayet yanlış ve uydurma tabirat-i sakimeyi havi girift ve gayrimünkatı cümlelerden mürekkep suni ve gayritabii bir ibare yazmak sanat-i garibesini öğrenirler. Fünuna ziyade ehemmiyet verenleri ise bu sanatten mahrum kalıp artık ömürleri oldukça iki satırlık bir mektup yazdırmak için bir ‘katibe’ ihtiyaçtan vareste olamazlar.
Sözü neticelendirelim: lisanımız pek güzeldir. Dünyanın en güzel lisanıdır desek mübalağa etmiş olmayız. Güzelliği nispetinde de kolaydır. Bu ise nail olduğumuz bir nimet-i usmadır. Edebiyatımız ise lisanımızla mütenasip değildir. Edebiyatımız pek geridir ve yanlış bir yola sapmıştır. Bu sebepten lisanımızın güzelliği sade tekellümde kalıp kolaylığından da istifade edemiyoruz. Edebiyatımız muhtac-i ıslahtır, muhtac-i terakkidir ve daha doğrusu söylediğimiz lisanın esas ittihazıyla ona göre muhtac-i tebdil ve tecdittir. Buna her sahib-i hamiyet ve gayetin çalışması iktiza eder. Bunun aksine ve usûl-i kadimenin devam ve bekasına çalışanlar ise insafsızlık etmiş olur.
Ş. Sami1
Şemsettin Sami’nin Lisan ve Edebiyatımız adlı makalesi Tercüman-i Hakikat ve Musavver Servetifünun’un 1313’te (1895) birlikte çıkardıkları fevkalade nüshanın 89 ve 91. yaprak aralığında görülmüştür.