Lisanımız 1 (Ata Mefhari, 1900)
Sabah muharrirlerinden birinin müsteşrik-i şehîr Mösyö Vamberi ile vaki olan makalatı üzerine neşretmiş olduğu makale erbab-ı mütaleanın hatırında olmak gerektir.1
Bu makale müsteşrik-i müşarünileyhin efkarını tamamıyla tercüme edebilmiş olduğu halde ona nazaran Mösyö Vamberi halihazırda Arabi ve Farisi ile mahlut olan Türkçeden yabancı kelimelerin ihracı ve bunların yerine asıl Türkçe kelimeler kabulü ile lisanımızın büsbütün müstakil bir lisan haline getirilmesi rey ve arzusunda bulunuyor. Şu rey ve arzu her türlü ihtiyacat-ı maddiye ve maneviyemizi Türkçenin tabiat-ı asliyesine muvafık bir yolda ifade edebilmek maksadıyla tefsir olunduğu halde bu maksadı takdir ve tasvipten başka bir söz söylemeye hacet olmadığı gibi kırk elli sene evvel erbab-ı kalemin kabulü addolunabilecek eserler yüzde doksan ve belki daha ziyade Farisi ve Arabi ve terkipler ile mâlî ve dar, soğuk müselsel, muakkat bir üslub-ı beyan dairesinde mahsur iken bugünkü asar-ı edebiyemizin oldukça Türkçeleşmiş, üslupça da hayli vüzuh ve letafet ve vüsat kazanmış olduğu gibi bu yolda hatve hatve daha hayli ilerlemek mümkün ve müfit olacağı müsellemdir. Ancak Arabi ve Farisi kelimelerin ihracı ve yerlerine eski Türkçeden kelimeler alınması mümkün müdür? Bilfarz mümkün olsa bundan müstefit mi yoksa mütezarrır mı oluruz? Buraları şayan-ı bahis görünüyor. Maahaza Mösyö Vamberi’nin mütaleatı lisanımızca hakayık-ı mühimmeyi de havidir. Binaberin müşarünileyhin ifadatını sırasıyla takip ederek hakayıkı kendi anlayabildiğime göre izah ve tevsi ile beraber sezavar-ı bahis olan cihetlerini göstermek üzere şu birkaç makalenin tahririne iptidar ediyorum.
Mebhusünanh olan makalede Mösyö Vamberi’ye matufen ‘cüzur-ı mültesakayı havi lisanlar’ miyanında Türkçenin en ziyade calib-i dikkat olduğu beyan olunduğu sırada Türkçe denilince şimdiki Türkçe anlaşılmak lazım gelmeyip bu lisanın halihazırda üç lisandan mürekkep bir lisan-ı mahlut olduğu ifade ediliyor.
Vakıa lisanımızın Türkçe ile Arabi ve Farisinin ihtilatından terekküp etmiş bir lisan olduğu öteden beri işitilip gelen bir söz olduğu gibi bu hal bazen bir büyük meziyet, bazen de bir büyük nakısa olmak üzere telakki olunduğu malumdur. Lakin ibaratına başka lisanlardan kelime karışmamış [karışmış] yalnız Türkçe midir? Türkçe değil ise niçin diğer lisanlar Türkçe gibi mürekkep ve mahlut bir lisan tanılmıyor? Bununla beraber esasen mürekkep ve mahlut bir lisan olabilir mi? Olmadığı ve Türkler lisanlarını muhafazada akvam-ı saireden ziyade sebat ile maruf bulunduğu halde bizde Türkçeden büsbütün başka sayılan bir lisan-ı mürekkep ve mahlutun vücut bulması nasıl mümkün olabilmiştir? Evvela şu cihetlerini izah etmek isterim.
Dünyada diğerlerinden iktibas ve istiane etmemiş hiçbir lisan yoktur. Arabi alemin en zengin lisanlarından biri olduğu ve bu zenginliğe ait bazı meziyatı hiçbir lisanda bulunmadığı halde elsine-i saireden kelime almamış mıdır? İbrani gibi diğer elsine-i Samiyeden mehuz olan kelimat esasen yabancı demek değildir. Fakat onlardan başka Rumca gibi Arapçaya büsbütün yabancı lisanlardan dahi kelimeler almışlar. ‘Istabl’ ve ‘firdevs’in ‘müvelled’ denilen kelimat-ı ecnebiyeden olduğunu herkes bilir. Aslı sülasi olan kelimeler münhasıran elsine-i Samiyeye mensup addolunmakta olduğu halde ‘siyaset’ kelimesinin Sansikrit’te o manada olan ‘sas’dan ahz ile sülasi haline konulduğu hatırlara gelmez mi? Farisiden mehuz olan Arabi kelimeler ise layuad ve layuhsadır. Ya elsine-i cediden birine, mesela Fıransızcaya bakalım. Kaç kelimesi yabancı değil de yerli addolunabilir? Hele bütün ıstılahat-ı fenniye Rumca, Latince değil midir? Bir felsefe kitabında Rumca, Latince kelimeler ayrılacak olursa Fıransızcaya ne kalır? Fakat bu iktibas ve istianelerle Fıransızca bir lisan-ı mürekkep ve mahlut olmamıştır. Çünkü diğer lisanlardan alınan, hâlâ alınmakta bulunan kelimeler Fıransızlaştırılmıştır. Fıransa’da doğan bir çocuğun Fıransız addolunabildiği gibi kelimat-ı ecnebiyenin müvelledatı dahi Fıransızcanın defter-i nüfus-ı kelimatı demek olan Akademi2 lügatine kayıt ile ona bir sıfat-ı milliyet verilmiştir. Artık bu kelimeler Fıransız lisanının tamamıyla mahkumu olmuşlardır. Fıransız lisanının kaffe-i kavaid-i terkibiyesine tabi oldukları halde asıl mensup oldukları lisanın kavaid-i terkibiyesinden büsbütün ayrılmışlardır. Bizde ise Arabi ve Farisi kelimeler Arabiyet ve Farisiyetlerini muhafaza ederek bazen Türkçe kaidelerine itaat etmek istemedikleri gibi ekseriya bir imtiyaz-ı mahsus olmak üzere kendi kavaid-i asliyeleriyle yaşarlar.
Şu halin elsine-i saireye mugayir ve Türklerin muhafaza-i lisandaki sebatlarına ve ecnebi kelimeleri lisanlarının ahengine uydurmak için eğip bükmekten çekinmemek derecesindeki taassuplarına muhalif olarak vücut bulması sebebine gelince, şimdiki lisan-ı mahlut ve mürekkep hakikaten lisan sayılır bir şey, bir kavmin, Türklerin lisanı değildir. Beş altı ve belki yedi sekiz asırdan beri şair, edip ve en ziyade münşi ve katip namıyla zuhur eden ve mukaddemleri bir karnda miktarları üç dört bini ve zamanımızda nihayet kırk elli bini tecavüz etmeyen erbab-ı tahririn ihtira ve istimal ettikleri bir üslub-ı mahsustur. Hatta şurası gariptir ki bunlar yazı yazarken bu üslubu ihtiyar ettikleri halde bu üsluba vâkıf olmayanlarla değil kendi aralarında bile ekseriye başka bir dil ile, yani adeta Türkçe konuşurlar. Eğer şu üslub-i mahsusa lisan demek caiz ise bizde iki lisan vardır. Biri herkesin birbiriyle konuşurken söylediği lisandır, Türkçedir. Bunun teşekkülü hikmet-i lisaniyeye pek muvafıktır. Her lisan gibi bu da bir ihtiyaca, terakkiyat-ı medeniye ve ilmiye ve sınaiyeye, sair ahval-i içtimaiyeye mebni ecnebi kelimeler almış, fakat onları Türkçeleştirmiş, o kelimeleri kavaid-i mahsusasından tecrit ederek kendi kaidesine mahkum etmiştir. Mesela Arabinin ‘haber’ kelimesini ahz ile — birinci hecesini sakil, ikincisini hafif telaffuz etmek ahenk-i lisanisine muvafık gelmediğinden — ‘habar’ yapmış. Bunu kendi kaidesi üzere cem eder: ‘habarlar’ der. ‘Ahbar’ı bilmez. ‘Haberî,’ ‘haberiye’ gibi kelimeleri hiç tanımaz. Dikkat ediniz, müşafehat-ı mutademizde hiç bu kelimeleri işitir misiniz? Arabiden haddizatından cem olan bir kelimeyi alır ise onu da müfret sayar. Onun için ‘evlat’ çocuklar demek değildir, çocuk demektir. Binaenaleyh ‘evlatlarım’ demekte tereddüt etmez. ‘Himmet’ der fakat ‘himem’i kullanmaz. Farisiden mesela hefteyi, hasteyi alır. Onları da hafif telaffuz etmez. Adeta Türkçe ‘hafta,’ ‘hasta’ diye telaffuz eder. Biri Fariside olduğu gibi şikeste, beste ‘Bir heftedir haste idim’ diyecek olsa ‘Nasıl kırılıp dökülüyor!’ diye kahkahalarla güler.
Bazen olur ki kendi lisanının bir kelimesini unutur, yerine bir yabancı kelime alır. Mesela ‘sayru’yu, ‘gözgü’yü, ‘ot’u atar da hasta, ayine, ateş kelimelerini alır. Fakat bu da kavaid-i umumiye-i lisaniyeye mugayir değildir. Her lisanda böyle şeyler olur.
Diğer lisan olan üslub-ı kitabet ise aynen tercüme bile ettiği Kamus ve Ferhenk’i açmış, lüzum olsun olmasın, ahval-i içtimaiyeye müpteni olsun olmasın, bütün kelimelerini almakta kendisini muhayyer bilmiştir. Her lisanda cari olan kavaid-i fesahati bile başka yolda telakki etmiştir. Aristo’dan bizdeki belagat sahiplerine varıncaya kadar bu fenden bahseden herkes ‘Kelimeler menus olmalı, samiaya da muvafık gelmeli’ dedikleri halde bu üslup menusiyeti bayağı muhill-i fesahat addederek Arabide, Fariside az menus kelimeleri almış olduğu gibi bir Arap’ın pek de samianüvaz görmeyebileceği kelimelere de hayran olmuştur. Arap’ın hiç beğenmediği, beğenilmeyecek kelimelere misal addettiği ‘ifrinkâ’ı3 bile bir vakit hoş görmüş olması melhuzdur. Bu kadarla kanaat etse! Arabiden, Farisiden kitaplar dolusu kaideler almış, Farisi kelimelerde Farisi kaidelerini, Arabi kelimelerde ise hem Arabi hem Farisi kaidelerini kullanmıştır. Mesela memur kelimesini ‘memurîn’ diye cem ettiği gibi ‘memurân’ diyip bundan — Arabi tesniye olmak ihtimal-i takidaverini düşünmeyerek — cem-i Farisi olmak üzere memurlar manasını kasdeder. ‘Katip’ten ‘küttap’ da yapar, ‘ketebe’ de yapar, Farisi olarak ‘katibân’ demekten de çekinmez. Yine bu kelimeyi tesniye de sayabilir. ‘Zubbat’ yapar, ‘zabitan’ der. Bereket versin aklına gelmez de ketebe vezninde cemilemez… Arabi ve Farisinin izafet ve tavsif kaideleriyle Arabinin ‘Sıfatun cerete ala gayri men hiye leh’lerini,4 Farisinin vasf-ı terkibilerini, Arabinin hallerini, temyizlerini almış, hasılı almış almış, almıştır. O kadar ki asıl Türkçe görünmez bir halde kalmıştır.
Bu iki lisandan birincisi sair lisanlar gibi bir dildir. Ne mahlut ne mürekkeptir. Elsine-i saireden istiare ettiği kelimeleri kendi kelimeleri hükmüne koymuş olan bir lisan-ı müstakildir. Yalnız ikincisidir ki yukarıda da zikrolunduğu üzere eğer lisan denilmeye şayan ise mahlut, mürekkep, elsine-i sairenin usûl-i teşekkülüne muhalif bir lisandır.
Bu lisanlardan ikisinin de ayrı ayrı âsâr-ı edebiyesi vardır. Adeta konuşmakta istimal ettiğimiz Türkçenin eserleri olan bazı âsâr-ı malume ile beraber birkaç sahib-i himmet zuhur etmiş olsa birçok ciltler teşkil edecek kadar bulacağı Anadolu koşmaları, Anadolu türküleri, halis Türk şiirleridir. Bu şiirlerin sahiplerinden bazılarının tercüme-i halleri bile bulunabilir. Mesela içlerinde bir Karacaoğlan vardır ki ‘Çığır Karacaoğlan çığır! Taş yerinde ağır’ darbımeselinde görüldüğü üzere ismini Türklerin hafızasını hakketmiştir. Hele Aşık Garip’i kim bilmez?
Lisan-ı kitabet âsârı da Osmanlıların bidayet-i zuhurundan başlanılmak itibarıyla Aşık Paşa’dan en son şairlerimize kadar birçok erbab-ı nazm u nesrin yazılarıdır. Üslub-ı kitabet ashabı asıl Türkçenin mütekellimlerine nisbetle pek az olduğu halde o üslubun eserleri bir yeni lisanın eserlerinden pek çoktur. Çünkü bizde azacık sanat-ı tahrirden behreyab olanlar asıl lisanlarını istihkar ile öteki üslub-ı mahsusa rağbet ettikleri gibi Türkçe âsâr-ı lisaniyeyi idame vazifesi ancak hafızalara ait kalarak kalem hizmetini ikinci nevi âsâr-ı edebiyeye hasretmiştir.
Bu iki lisandan asıl Türkçenin tabii, üslub-ı kitabetin sınai olduğu hiç şüphe götürür şeylerden değildir. Lakin asıl Türkçenin terakkiyat-ı ilmiye ve sınaiye ve medeniye vesair ahval-i içtimaiye nisbetinde tevessü edemediğini teslim etmek lazım geleceği gibi bu tevessüü bundan sonra istihsal etmek kabil midir? Ve öteki üslub-ı sınaiyi büsbütün mahvetmek mümkün ve caiz midir? Buraları ileride tetkik olunacaktır.
Meclis-i Maliye azasından Başkatip:
Atâ Mefhari5
21 Mayıs 316
Académie française /a.ka.de.mi fʁɑ̃.sɛz/
افرنقاع
صفة جرت على غير من هي له
Ata Mefhari. (1316). Lisanımız 1. Malumat, 244, 77-19.