Sade Yazalım (Ahmet Rasim, 1898)
Sade yazalım! Peki. Fakat bu temenninin natık olduğu müşkülatı defetmek için biraz derince düşünelim. Ümmetin beş altı asırdan beri hissiyat ve ihtirasatına tercüman ettiği kelimata, nezahet-i üslup ve ifade denilen meziyet-i edibaneyi i’la için uğraşıp bulduğu sanayi-i lafziye ve maneviyeye, kelamın his ve vicdan üzerinde hasıl ettiği tesirat-ı harikayı idame edecek vesait-i iknaiyeye mukabil kelimat, üslup ve sanayi ve vesait bularak sade yazalım! Evvelemirde şu nokta-i mühimmeyi ele alalım ki lisanda her kelime mana-i hakikisi itibarıyla müstamel değildir. Öyle kelimeler vardır ki maani-i mecaziyesi delaletiyle dahil olduğu terkip veya cümlede başka bir vazife, başka bir şive ile ispat-ı vücut ederek ezhan-ı kariinde başka bir mana tevlit eder. Mesela ‘his’ kelimesi her zaman ‘duygu’ demek değildir. Bu kelime üzerine initaf edip kalan nazar-ı irfan, onu her cümlede, her terkibe başka bir eda, başka bir his ile muhat görür. Maneviyat-ı beşeriyede anlamak ve duymak dediğimiz hassaların kaffesi yazı, kelime, terkip, cümle ile aşikar olaydı, insanlar suret-i mütenevvia-i üsluba ihtiyaç görmezlerdi. Onun içindir ki kelamı aksam-ı adideye ayıran erbab-ı edep, o kısımların ihtiva edeceği üslub-i beyan ve tarz-ı ifadeyi dahi tarif etmişlerdir. Bu imtiyaz, bizim sade yazalım diye ortaya atılan sadedilan-ı üdebamızın müddeayat-ı hodfüruşanesiyle teessüs etmemiştir.
§
Her lisan için sadelik bir meziyettir. Bir meziyet-i makbuledir. Fakat sadelikten maksat lisanları teşkil eden kelimatın avam ağzında yıpramış olanlarını vasıta-i ifade etmek değildir. Her sanatın tabi olduğu kavait, usûl, tarz ve ıstılahat olduğu gibi, sanat-ı edebiye dahi kavaid-i mahsusa, usûl, tarz ve ıstılahat ile tezeyyün etmiştir. Bundan maada lisanın esas-ı teşekkülünde haiz olduğu kuvveti kaybetmemesi için bir zabıta-i marifetle muhafaza edilmiştir ki, o da şivedir. Şive hangi kanuna, hangi nizam ve âdete tabi ise lisan o kanunu, o nizamı, o âdeti tanır. Ona itaat eder. Kavanin-i sairede cari olan usûl-i mefsuhiyet bu zabıtanın kanununda da caridir. Fakat fesih ve neshedilecek maddeler üdeba ve lisanşinasan-ı zamanın rey ve tasvibiyle ortadan kaldırılır. Yerine başkaları ikame edilir. Bakın. Şinasi merhum asrın ihtiyacatını kendinden evvel zuhur eden Âkif Paşa, Reşit Paşa gibi esatize-i erbab-ı kalemin meylettikleri vadide hissederek, cümleler arasındaki zincir-i teselsülden birkaç halka kırdığı gibi terkip ve teşkil-i cümlede dahi asıldan ayrılmamak üzere bir parça, bir zerre eser-i salah gösterebilmiştir. Bunlardan sonra gelen bazı dühat-ı edebin eser-i Şinasi’ye sureata ittiba ettiğini ve fakat tebliğ-i his ve tebyin-i ifadede üslub-i müzeyyen ve ihtişam-ı kelimata riayet ederek ümmetin nazar ve vicdanında yenilik denilen fikr-i terakkiperveraneyi uyandırdığını teslim ederler. Hâmit, evvelkilerin riayet ettiği tarza bedel kelimatı hissiyatına tâbiiyette adeta muztar bırakarak, Ekrem Bey gibi zavabıt-ı lisaniyeye agah bir edib-i hassas, edebiyat-ı Osmaniyenin ihtiyac-ı hazırını tehvine, Naci gibi bir lisanşinas tenkihine, sair kiram-ı üdeba ile yetişmiş, yetişecek erbab-ı şebap dahi fenn-i edepte meşhut olan bu cereyan-ı tekamül arasında şive ve esas-ı lisanı tahkime birer muavin-i zikudret kesilmişlerdir. Bir sayfa-i edebiyede görülen en ufak bir eser-i inhirafın sütunlar dolusu itirazata mahal açması bu cereyan-ı tekamülün icap ettiği şaşkınlıklara benzer. Lisan nedir, ne suretle tekamül eyler, ne suretle mazhar-ı terakki olur. Kelime, his, hüsn-i ifade nedir, tabiat-ı beyan ve sadegi-i elfazın ifade üzerindeki tahakkümü ne derecededir, lisanın kavaidi ne yolda olmalıdır, Türkçe dediğimiz bu lisan nelere muhtaçtır, ıslahat-ı lisaniyenin tabi olduğu makasıt ne türlü manialarla husulpezir olamaz, ne türlü mülahazat ve tetebbuat ile meydana gelir? Buralarını bilmeyen, hatta anlamayan avamın celb-i teveccühü için ‘moda’ çıkarmak ve lisanı üryan, perişan, akraba ve hişanından dûr, müzeyyenat-ı edebiye ve lafziyesinden mahrum bırakmak cerayan-ı evvele zıt ve muarız ikinci bir seyl-i terakkişikenane açmak demektir.
§
Mülahazat-ı mesrude-i acizanemden avan bir şey okumasın gibi bir fikir çıkarılmasın. Onlar için ne kadar çalışılırsa terakkiyat-i dahiliyemize o kadar hizmet edilmiş olur. Hatta Ahmet Mithat Efendi Hazretlerinin onlara mahsus müellifat-ı makbule yetiştirerek daire-i vükuf ve ıttılalarını tevsi etmeye çalıştıkları rub-ı asırdan beri, bu meslek-i münferide salik olanlarımız dahi çoğaldı. Bu himmet-i aliye semeresiyledir ki heves-i kıraat gönülden gönle geçerek maarif-i umumiyenin neşir ve tamiminden cümlece maksut olan fikr-i terakkiyi kariben ispat edecek neticelere destres olmak ihtimali kesb-i kuvvet etti. Edebiyat-ı Osmaniyede şubeler açıldı. Türkçe şiirler, Türkçe yazmak, kavaid-i Osmaniyeyi değiştirmek, lisanı terakib-i nahviye-i Arabiye ve Farisiyeden kurtarmak, mesela eylenmek manasına ‘yanşamak’, koltuk verme manasına ‘şataf’ gibi kelimeler kullanmak, ben geldim yerine ‘özüm’ geldi demek, maziye ‘geçmiş’, hâle ‘geçiyor’, âtiye ‘ileri’, denize ‘koca yalak’ mukabillerini bulmak gibi bidatler zuhur etti. Fakat fikr-i ticaret ve ziraati mülhem, İslamiyet ve Türklüğü mübeyyin, maişet-i beytiyeyi muarrif, izdivaç ve tenasülde mündemiç hükm-i içtimaiyeyi müfessir, örf ve adet ve kanun ve nizamı natık, vezaif-i içtimaiye ve İslamiyeyi hâki, Türklüğün ne türlü bir meziyet-i kavmiyeye alem olduğunu muvazzıh, sanat ve marifetin bir milleti, servet ve saadetin hangi derecesine ısad edeceğini müşir ve daha sair levazım-ı medeniyeyi şamil ederler henüz layıkıyla görünmedi. Maamafih bu nevakısın ikmal edileceğinde ümidimiz berkemaldir. Zamanımız çok. Biraz daha bekleyiverelim. Ne olur? Hem şiir ve edeb-i avam biraz feyiz alsın.
Ahmet Rasim1
Mecmua-i Ebüzziya’nın 1316 tarihli 82. sayısında, 1. ile 4. yaprakları arasında görülmüştür.