Son Neslin Şiirinde Güzel Türkçenin Kuvveti (Ali Canip, 1928)
— Miras’ın, Çoban Çeşmesi’nin ve Yanar Dağ’ın intişarları münasebetiyle —
Beş yüz sene evvel yazılan Türkçe bir kitap aynen diyor ki: “Ey oğul eğer şair olup şiir eyitmeye kasdedersen cehdet ki şiirde sözün ruşen ola, açık ola. Ve sakın ki gâmız söylemeyesin. Yani örtülü söylemeyesin. Mesela bir sözün ki manası şerhini sen bilesin ve ayrık şiiri halk için eydirler. Kendi kendiler için eyitmezler. Pes şiirin manası açık gerektir. Ruşenliği sebebinden ötürü kim gerekse rağbet ede. Ama şair gerektir ki hemen vezn ü kafiyeye kâni olmaya. Pes sen dahı hıyalsiz ve tertipsiz ve sınaatsız şiir eyitme… ve şiirde hoş misaller ve teşbihler getir. Şöyle kim hem hâssa hoş gelsin, hem âmma. Ta ki senin şiirin şöhret tuta. Ve maruf ola ve şiiri aruzun ağır vezinlerinde eyitme. Ta ki şiirin dahı sakil düşmeye. Zira sakil vezinde şiir eyitmeğe kimse heves eylemez. Meger ki eyiden dahı bir ağır canlı sakil ola…”
Bu hakikati, müteakiben teessüs ederek Türk zevkine hakim olan divan edebiyatı şair ve edipleri tamamen anlayamadılar. Vakıa o adamların içinde Nabi gibi:
Ol dilgüşa mealler, ol hurde nükteler Mümkinmidir bula Arabistan’da sureti Ol canfeza sühanların ol şuh edaların ‘Akkâmlar lisanına olsunmu nisbeti “Ba’dî lek” hitaplarından gelirmi hiç Lafz-ı “a canım,” “ay efendim” letafeti
Diye Türkçenin güzelliğini takdir edenler, yahut Osmanzade Taip Efendi gibi: “… Hâlâ mütedavil olan üslup, bu siyakta yazılan mektuptur. Zira fî-zamâninâ gayet münşiyane mektup ne okunur, ne de amiyane kâğıda bakılır.” yolunda şöyle böyle sadeliği tavsiye eyleyenler vardı. Fakat medrese tahsili ve Acem edebiyatının nüfuz ve icazı pek zaruri olarak onlara ana lisanlarının güzelliğini tamamı tamamına tattırmadı. Vaktaki gözlerimizi Şark’tan Garp’a çevirdik, ve Şinasi şuurlu bir kafa ile, ilk defa yeni nesrin nümunelerini verdi, eğer muakıpları onun ne yapmak istediğini iyi kavramış olsalardı, bugünkü yazı dilimiz, hiç olmazsa yarım asır evvel ortaya konmuş olurdu. Maalesef ne ateşli ve yegane Vatan şairi büyük Namık Kemal, ne “Şiir ve İnşa” sahibi Ziya Paşa güzel Türkçeyi edebiyata sokamadılar. Kendilerini takip eden Edebiyat-ı Cedideciler de medrese zihniyetine ve Acem edebiyatından tevarüs ettiğimiz gazelciliğe düşman oldukları hâlde divan edebiyatının kâmusunu yırtamadılar: işte “Aşk-ı Memnu” ve işte “Rübab-ı Şikeste.”
⁂
Edebiyatta “güzel Türkçe” hakim olabilmek için “millet duygusunun” canlanması, edebiyat âlemini kaplamasını bekledi. İşte makalemin başına geçirdiğim beş yüz senelik hakikati takdir etmek liyakati bu asrın çocuklarına nasip oldu. Hiç şüphe yok ki Türk edebiyatı Balkan Harbi’nden sonra — bu harp meşumdu, elimizden en mamur ülkeleri aldı, fakat genç gönüllerde milliyet meşalesini de tutuşturmuş oldu—, evet Türk edebiyatı Balkan Harbi’nden sonra yeni bir merhaleye vasıl olmuş oldu. İnkar edemeyiz ki halk şairleri, danişmentlerin medrese tahsilinden uzak kalmış oldukları için asırlarca evvel yine bugünkü lisanla, samimi ve temiz Türkçe ile yazıyorlardı. İşte iki buçuk asırlık aşıkane bir saz şiiri ki eskimek bilmiyor:
Yazın evvel baharında Teferrüçte gör elmayı Yel esip yere düşmeden Budağında kır elmayı Elmanın budağı ağlar Gözüm yaşı durmaz çağlar Ağalar, paşalar, beyler Diz üstüne kor elmayı Perişan gönlüm perişan Elmadır âşıka nişan Elmasız yâra kavuşan Ah eder anar elmayı Karacaoğlan kaynar coşar Aşk dalgası boydan aşar Bir kötüye yolu düşer Kadrin bilmez yer elmayı
⁂
Bu bir sene zarfında, inkılap nesline mensup üç Türk şairinin üç eseri intişar etti. Enis Behiç’in Miras’ı, Faruk Nafiz’in Çoban Çeşmesi, Yusuf Ziya’nın Yanar Dağ’ı. Tam bir sene evvel çıkan kitabının başına bana hitaben “Miras’ımın içinde güzel şiirler varsa bu güzellik öz Türkçemizin tatlı ahengindendir…” diye yazan Enis Behiç’in vaktiyle beni teshir eden bir şiiri vardı ki ara sıra hatırlar, fakat şair o zaman İstanbul’dan uzakta, Macaristan’da olduğu için bulup tekrar okuyamazdım. Bir sene evvel Miras’ı çıkartıp bana gönderince evvela o şiiri aradım. Buldum. Bilmem doğru mu, “Turan Kızları” unvanını taşıyan bu şiirde, o zamana kadar intişar eden hece vezinli manzumelerde olmayan bir yeni ahenk sezmiştim. Macar şairi Vikar Bela tarafından nazmen Macarcaya da tercüme edilen bu manzume:
Getirirler hepsi birer demet nilüfer — Ah onların yoktur asla vefasızları — Şehitlerin mezarında dua ederler Dalga dalga uzun saçlı Turan kızları…!
Diye bağlanıp biten bir “baladdır.” Ve galiba “balad” tarzını Türkçemize ilk tatbik eden de yine Enis Behiç’tir. Hece vezni Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Enis Behiç, Faruk Nafiz gibi zevk sahibi şairlerin ellerinde ahengini bulmadan evvel itiraf etmeliyiz ki hayli iptidai idi. Ekseriya “dört dört dört dört üç” gibi muttarit, gürültülü vezinlerle yazılan parçalar, asırlardan beri — Fuzuli gibi, Nedim gibi, Fikret gibi sanatkarların elinde işlene işlene incelenen aruzun karşısında pek sönük kalıyor ve o yabancı veznin lehindeki kanaati sarsamıyordu. İşte hece vezninin dünkü şu vaziyetini yakından bilmeyen bugünkü gençler “Turan Kızları’nda” beni vaktiyle teshir eden yeni ahengi hissetmeyebilirler. Nitekim aynı manzumeyi Miras’ta okuduğum zaman, benliğim üzerinde ilk tesiri kadar kuvvet gösteremediğini anladım ve düşündüm ki Türk şairleri hece veznini artık tamamen işlemeye muvaffak olmuşlar. Bugün, eski iptidailikten uzaktadır.
⁂
Miras’ta okuyup sevdiğim şiirlerden biri muvaffak bir “didaktik” parça olan “Venedikli Korsan Kızı’dır.” İki kısımdan terekküp eden bu uzun manzumeyi ne zaman okusam tuhaf bir hüzün içinde dalar, düşünürüm: Enis Behiç kalenderane, pervasız kalemiyle “Eski Korsan” menkıbelerinden bir tanesini ne güzel tasvir etmiştir.
⁂
Çoban Çeşmesi’nin intişarından senelerce evvel:
Enginle boy ölçen bu kumsalda ben Hasretle bakarım karşı beldeye! Dumanlı ufuktan, durgun denizden Kimi bekliyorum gelecek diye? Her ruha gün doğdu, sen de çık, belir, Desem de o güneş ufuka yükselmez. Gölgeler şekil olur, yolcular gelir, O candan, gönülden sevdiğim gelmez. Vurdukça bu engin su haricinde Kalbime denizler dolar, boşalır. Asırlık kayalar gibi içinde En sonra oyunmuş kovuklar kalır.
Manzumesini okuduğum zaman, heceye ahenk veren şairler içinde Faruk Nafiz’in bilhassa asıl şiirde kıymetli bir rolü olacağına inanmıştım. Sonradan okuduğum parçalarının içinde bu itikadımı sarsan olmamıştır. “Çoban Çeşmesi’nde” “Han Duvarları” unvanlı manzumesini görünce bakir bir mevzua — ki o mevzuun bitmez tükenmez zengin safhaları vardır — ilk el uz[at]an şairin de o olduğuna kani oldum.
⁂
Hece veznini işleyen şiarlerden bahsederken, geçen gün “Yanar Dağ” adlı bir ktiabı daha intişar eden Yusuf Ziya’yı ilk safta yad etmek icap eder: temiz, kusursuz — ve hiç olmazsa en az kusurlu — bir lisanla bize güzel şiirler yazan bu İstanbul çocuğu, son nesli içinde Türk edebiyatına en zarif fanteziler veren bir şairdir, işte “Yanar Dağ’dan” gelişi güzel bir parça:
Moskof Güzeli
İsmini biliriz yıllardan beri,
Tarihte en kanlı yapraktır yeri,
Bir şanlı serdarı zafer yolundan
Fettan ellerinle çevirdin geri!
O sıcak gözlerin yaz gecesi mi?
Manalı sözlerin aşk hecesi mi?
Bir anda aklımı aldı başımdan
Her halin bir gönül bilmecesi mi?
İçimden çıkmıyor o eski acı,
Aşka feda oldu devletin tacı,
Nihayet inandım seni görünce
Bu işte haklıymış bizim baltacı…!
Bu gençlerin eserleri, hiç şüphe yok, Türk edebiyatının şaheserleri değildir; fakat güzel Türkçeden yarın için beklediğimiz şiir abidelerinin muhakkak mesnetleri, temelleri bunlardır. Ve bu, o kadar büyük bir şereftir ki Türk edebiyat tarihinin, isimlerini hürmet ve muhabbetle yad ettiğim şairlere mutlaka çok itinalı sayfalar ayıracaktır.
Ali Canip1
Ali Canip’in, Hayat’ın 4 Teşrinievvel 1928 tarihli 97. sayısında, 3.-4. sayfalar arasındaki “Son Neslin Şiirinde Güzel Türkçenin Kuvveti” adlı makalesi.